11 Ocak 2009 Pazar

Gripken aspirin içmek öldürebiliyor!


Kışın sık sık görülen boğaz ağrısı ve solunum olu rahatsızlıklarını hafife almayın çünkü ölümcül hastalıkların belirtisi olabilir ve sakın çocuğunuza grip diye aspirin vermeyin

Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta'nın yazısı

Kışın çocuklarda ve gençlerde görülen, ölüm ihtimali yüksek bir hastalık da Reye Sendromu’dur. Reye Sendromu, pek çok organı ilgilendirse de, karaciğerde yağ birikimi, beyin içi basınçta aşırı yükselme hastalığın temel özellikleridir. Sendrom daha çok grip nedeniyle aspirin alanlarda ortaya çıkar...

Geçen hafta biri doktor olan iki genç insanın yüksek ateşli solunum yolları enfeksiyonundan sonra yaşamlarını yitirdikleri gazetelerde ve televizyonlarda yer aldı. Ölüm nedenleri henüz kesin olarak belli olmayan bu kişiler belki de Reye Sendromu’nun kurbanlarıydı. Çünkü, bu tablo en çok grip nedeniyle aspirin ve diğer salisilat içeren ağrı kesici-ateş düşürücü ilaçları alanlarda ortaya çıkar.

1963’DE TANIMLANDI

Reye Sendromu, ilk kez 1963 yılında Avustralya'lı bir patalog olan Dr. Reye tarafından ayrı bir hastalık olarak tanımlanmıştır. Hastalığın kesin nedeni tam olarak bilinmemekle beraber, grip, soğuk algınlığı ya da suçiçeği gibi viral enfeksiyonlar nedeniyle aspirin kullanan çocuklarda ve gençlerde risk çok yüksektir.

Bir araştırmada Reye Sendromu olan çocukların yüzde 90'ının aspirin almış oldukları belirlenmiştir. Gerçekten de Reye Sendromu’na grip salgınlarının daha çok görüldüğü aralık, Ocak, Şubat gibi kış aylarında daha çok rastlanır.

BULANTI, YORGUNLUK YAPAR

Reye Sendromu, grip gibi bir ateşli viral enfeksiyondan 1-14 gün sonra iki aşamalı bir hastalık olarak ortaya çıkar. İlk dönemde şiddetli ve sürekli bulantı ve kusma ile beraber aşırı yorgunluk, uyku hali, çevreye ilgisizlik gibi beyinle ilgili belirtiler vardır. İkinci dönemde ise, kişilik değişikliklerinden bilinç bulanıklığı ve komaya kadar giden sinir sistemi belirtileri tabloya hakim olur. 2 yaşından küçük çocuklarda kusma yerine ishale daha çok rastlanır. Reye Sendromunda ateş normaldir. Belirtilerin süresi ve şiddeti hastadan hastaya değişir.

ENZİMLER YÜKSELİR

Reye Sendromu erken dönemde tanınıp uygun şekilde tedavi edilmediği zaman, ölüm ihtimali çok yüksek olan bir hastalıktır. İstatistiklere göre, geç tanı konanların yüzde 90'ı kaybedilirken, erken tanı ve doğru tedavi alan hastaların yüzde 90'ı hastalığı atlatabilirler. Reye Sendromu’ndan iyileşen çocukların bazıları tamamen düzelir, ama bazılarında zeka geriliği gibi bir takım nörolojik ve psikolojik belirtiler kalabilir. Viral enfeksiyon geçiren ve aspirin de kullanılmış olan çocukta, ateş olmaksızın şiddetli kusma ile beraber karaciğer enzimleri yükselmesi varsa Reye Sendromu düşünülmelidir.

Tedavi yoğun bakım ünitesinde yapılmalı

Reye Sendromu'nun tedavisi mutlaka yoğun bakım ünitelerinde yapılmalıdır. Bu hastaların ağız yoluyla beslenmesi sakıncalı olduğundan, damar yoluyla verilen sıvılarla beslenirler. Beyin ve kan basıncı ile sıvı ve elektrolit düzeyleri sürekli olarak izlenir.

Solunum yetersizliği olan hastalara solunum aletleri ile yapay solunum yaptırılır. Beyin ödemine karşı kortizon verilir. Kan şekeri düşük olan hastalara yüzde 25'lik şekerli serumlar uygulanır. DiKKAT16 yaşından küçük olan çocuklara grip veya ateşli başka bir virüs enfeksiyonu geçirdiklerinde kesinlikle aspirin verilmemelidir. Bu çocuklarda kullanılacak ağrı kesici-ateş düşürücü ilaç parasetamol olmalıdır.

BOĞAZ AĞRISI DEYiP GEÇMEYiN O DA BiR HASTALIK

Kış hastalıklarından biri de halkımızın anjin, boğaz ağrısı, boğaz iltihabı gibi isimlerle bildiği, biz doktorların 'akut farenjit' diye isimlendirdiği hastalıktır...

FARENJİT NEDİR?

Farenks boğaz demektir. Farenjit de boğaz iltihabı anlamına gelir. Aslında boğazın, biri burun boşluğunun arkasında kalan ve geniz diye de isimlendirdiğimiz bir kısmı ve bir de ağız boşluğunun tam arkasında yer alan kısmı (orofarenks) vardır. Farenjit diyince anlaşılan, boğazın ağzımızı açtığımız zaman görülen kısmının iltihabıdır.

Boğaz iltihaplarının, ani olarak başlayan ve hastayı çok rahatsız eden şekline 'akut farenjit', uzun süreden beri devam eden ve belirtilerin çok şiddetli olmadığı şekline ise 'kronik farenjit' denir. Kronik boğaz ağrılarının pek çok nedeni olabilir. Alerjiler, hava kirliliği, sigara dumanı, reflü, burun tıkanıklığı, solunan havanın kuruluğu, alkol, çok sıcak veya soğuk yiyecek ve içecekler, bağırmak gibi.

Akut boğaz iltihaplarının çoğu ise enfeksiyonlarla ilgilidir. Bu enfeksiyonların çoğu, yani yüzde 80-85'i virüslerle, çok daha azı yüzde 10-15' i ise bakterilerle meydana gelir. Bu bilgi çok önemlidir, çünkü virüslerin neden olduğu boğaz iltihapları antibiyotik almadan kendi kendine iyileşirken, bakterilerin etken olduğu iltihapların mutlaka antibiyotiklerle tedavisi gerekir.

VİRAL FARENJİT

Virüslerin neden olduğu hastalığa viral farenjit denir. Bu çoğu zaman, nezle, grip gibi hastalıklara boğaz iltihabının da katılması ile oluşur. Nezleye bağlı farenjitde, burun akıntısı, hapşırma, gözlerde sulanma, öksürük vardır, ama ateş ve genel durum bozukluğu yoktur. Gribin yol açtığı farenjit ise, üşüme-titreme, yüksek ateş, terleme, halsizlik, iştahsızlık, baş ve yaygın vücut ağrıları ile birliktedir. Hasta adeta paçavraya dönmüş ve yatağa düşmüştür.Kızamık, suçiçeği, krup gibi diğer viral çocuk hastalıklarında da farenjit bulguları olabilir.

(Bugün)


Bitki çaylarından fazla içmek zararlı

İçinde bulunduğumuz kış aylarında yoğun şekilde tüketilen bitki çaylarının tıpkı ilaç gibi düşünülmesi, günde 3 fincandan fazla içilmemesi öneriliyor.

Selçuk Üniversitesi Çumra Meslek Yüksekokulu Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahmet Gümüşçü, AA muhabirine yaptığı açıklamada, soğuk algınlığı ve grip gibi rahatsızlıkların arttığı bugünlerde, iyileşmek ya da hastalanmamak için bitki çayları tüketiminin arttığını belirtti.

Bazı rahatsızlıklara iyi gelen bitkilerin ortak özelliğinin vücut direncini artırması ve bağışıklık sistemini güçlendirmesi olduğunu vurgulayan Gümüşçü, son dönemde en fazla talep gören şifalı bitkilerin melisa, ada çayı ve kekik olduğunu ifade etti.

Ana vatanı Amerika olan ekinezya adlı bitkinin de son dönemde yoğun ilgi gören şifalı bitkiler arasında yer aldığını anlatan Gümüşçü, ''Bu bitkilerin çayları tek başlarına tüketilebileceği gibi, bir kaç bitki karıştırılarak da içilebilir. Karışımlar daha faydalıdır, çünkü her bitkinin içinde farklı özelliklerde maddeler bulunduğu için, bu maddeler karışımlı çaylarla bir defada alınabilir'' dedi.

Gümüşçü, insanların dengeli beslenmesi için nasıl belli oranda protein, karbonhidrat, yağ ve vitamin almasına ihtiyaç varsa, her şifalı bitkinin de ihtiva ettiği farklı maddelerle ayrı ayrı vücuda yarar sağladığını ifade etti.

Şifalı bitkilerin çay gibi kaynatılmadan, sıcak suyun içine salınıp bir kaç dakika bekletildikten sonra içilmesinin en doğru yol olduğunu dile getiren Gümüşçü, şu bilgileri verdi:

''İçinde bulunduğumuz kış aylarında yoğun şekilde tüketilen bitki çayları tıpkı ilaç gibi düşünülmelidir. Nasıl ki 'bir an önce iyileşeyim' diye düşünüp, günde belli ölçekte kullanılması gereken ilaçlardan fazla fazla içemiyorsak, bitki çaylarında da aynı prensibe uymamız gerekir. Melisa, ada çayı ve kekik gibi ürünlerden günde en fazla 3 fincan içilmelidir. Bu oran hemen hemen tüm şifalı bitkiler için aynıdır. Gereğinden fazla miktarda alınan bitki çayları, kişinin bazı kan değerlerinde yükselmelere neden olarak rahatlıklara yol açabilir.''

Limon, zencefil ve tarçının da soğuk algınlığı ve grip gibi rahatsızlıklara iyi gelen bitkiler arasında yer aldığını ifade eden Gümüşçü, ''Vatandaşlarımız bu bitkileri, tanıdıkları ve güvendikleri aktarlardan almalıdırlar. Çünkü işinin ehli olan aktarlar, hem yüksek kalitedeki ürünleri satar hem de bitki karışımlarını olması gerektiği gibi tavsiye ederler'' diye konuştu.

Gümüşçü, belli ölçülerin aşılmadığı ve uygun biçimde kullanıldığı takdirde şifalı bitkilerin vücut direncini artırmada ve hastalıkları önlemde büyük yarar sağladığını sözlerine ekledi.


28 Eylül 2008 Pazar

Çin'de melaminli şeker alarmı


Bayramda ucuz şeker ararken Çin malı olmamasına dikkat edin. Zehirli mamadan sonra Çin'de şeker yapımında kimyasal melamin kullanıldığı anlaşıldı.

Çin'de ortaya çıkan zehirli mama skandalının ardından şimdi de bir şirketin ürettiği şekerde, sanayi tipi kimyasal melamin tespit edildi.

Şekerleri üreten Guanshengyuan firması, şekerlerde melamin tespit edilmesinin ardından, sütten yapılan ve tanınmış ''White Rabbit'' şekerlerin satışının ve ihracının durdurulduğunu açıkladı.

Zehirli süt skandalının merkezindeki süt işletmelerinden biri olan Bright Foods'a bağlı şirket Guanshengyuan, bu hafta başında Singapur'da yapılan testlerde şekerlerde melamin tespit edilmesinden sonra şeker satışını durdurma kararı aldı.

Bright Foods Başkan Yardımcısı Ge Junjie, test sonuçları henüz bilinmemesine rağmen şirketin, satışları durdurma kararı aldığını açıkladı.

Shanghai Daily gazetesinin haberine göre, Ge Junjie, ''Bu, Çin gıda endüstrisi için trajedi ve tanınmış bir markanın mahvolması nedeniyle bizim için büyük bir ders oldu'' dedi.

Kanada ve İngiltere'de yetkililer, bu marka şekerlerin satışının durdurulmasını isterken, Filipinler hükümeti, Çin yapımı bütün süt ürünlerinin raflardan indirilmesi talimatını verdi.

Bu arada, Avrupa'da, Çin'den ithal edilen süt içeren bütün çocuk gıdalarının yasaklanması kararı bugünden itibaren uygulanmaya başladı.

Çin'de zehirli mama skandalı, Sanlu Group'un ürettiği süt tozunda sanayi tipi kimyasal melamin tespit edilmesi üzerine bu ay başında patlamıştı.

Çin'de melamin içeren mamalardan yiyen 4 çocuk ölmüş ve onbinlerce çocuk hastalanmıştı.

Plastik yapımında kullanılan melamin, nitrojen açısından zengin ve göreceli olarak ucuz. Melaminin standart altı ya da sulandırılmış süte katılması, sütün protein seviyesinin yüksek görünmesine neden oluyor. Standart kalite testlerinde protein seviyesi, nitrojen içeriği ölçülerek tahmin ediliyor.

Sağlık uzmanları, melaminin az miktarda tüketilmesinin zararlı olmadığını, ancak sürekli olarak kullanılmasının özellikle gençlerde böbrek taşı oluşumuna ve böbrek rahatsızlığına yol açtığını belirtiyorlar.

(AA)

4 Eylül 2008 Perşembe

İftar ve sahur için 10 altın kural...

İftar sofralarımızdaki bin bir çeşit yiyeceklerle Ramazan'ın midenizde hazım problemleri, kilo artışının yaşandığı bir aya dönüşmemesi için bu haberi iyi okuyun :

İftar ve sahur için 10 altın kural...

İzzet Taşkıran'ın haberi

Moral FM’de “Sırrı Er’le Basında Bugün” programına katılan Beslenme Uzmanı Aslan, Ramazan’da iftar ve sahur sofralarında yapılan yanlışlıkları anlattı.

İftar sofralarımızdaki bin bir çeşit gıdalarla bu mübarek ayı midemizde hazım problemleri, kilo artışı ve bedensel sorunların ortaya çıktığı bir zaman dilimine dönüştürmemek istiyorsanız bu haber tam size göre:

İşte Ramazan ayına girdiğimiz şu günlerde doğru beslenmenin sonucunda sağlıklı bir yaşam için uyulması gereken 10 altın kural:

1.
Ne olursa olsun sahura mutlaka kalkmak
2. Ramazan ayında hamur işi ve yağlı gıdalardan olabildiğince kaçmak
3. Sahuru yaptıktan sonra bir süre yatmamak ve uyanık kalmak.
4. Ramazan ayında uykuyu oruca tutturmak.
5. Orucu hurmayla açtıktan sonra 2 bardak su içmek
6. Çorba ya da sebze yemeği yedikten sonra 5-10 dakika ara verip sofradan uzaklaşmak.
7. Yemeği yedikten yarım saat sonra bir süre egzersiz yapmak.
8. İftardan sonra gece boyunca meyve ya da ayran, süt gibi içecekle ara kahvaltısı yapmak.
9. İftardan sahura kadar ki zaman diliminde bol bol sıvı gıdalar tüketmek.
10.
Tatlı yenilecekse genellikle sütlü tatlıları tercih etmek ve az miktarda tüketmek

Ramazan ayında tutulan oruçlar metabolizmamızda ne gibi değişiklikler meydana getiriyor?

Aslında Ramazan ayındaki oruçlar hem sabrımızın geliştiği hem de midemizi dinlendirebileceğimiz bir fırsattır. Buradan vücudumuz için son derece büyük faydalar sağlayabiliriz. Veya Ramazan bu faydaları sağlama yollarını öğrenebileceğimiz bir fırsat ayı olabilir. Ama biz kültürel değişikliklerinin etkisiyle fırsatı bir dezavantaja dönüştürebiliyoruz. İftar sofralarımızdaki bin bir çeşit gıdalarla bu mübarek ayı midemizde hazım problemleri, kilo artışı ve bedensel sorunların ortaya çıktığı bir zaman dilimine dönüştürüyor. Bu ayı hakkıyla değerlendirip bize verilmek isteneni almak istiyorsak bazı kurallara dikkat etmemiz gerekiyor. Bu ayda kendi kendimize on kural sayalım ve buna dikkat edip etmediğimizi de takip edelim. Bu kurallara uyarsak daha sağlıklı, kilo vermiş, kalp-damar dengesi bakımından dengeli ve sabrı öğrenmiş şekilde Ramazan’dan çıkmak mümkün olur.


Birincisi sahura mutlaka kalkıyoruz. Genellikle kişiler yiyip geç yatarak sahura kalkmazlar. Ertesi günü bu yemekle çıkartmaya uğraşırlar. Mümkün olduğu kadar sahura geç kalkmak o günün şeker dengesini kurmak için faydalıdır. Dolayısıyla sahura mutlaka kalkacağız.

İkincisi bu aylarda ağır yağlı ve hamur işlerinden oluşan yiyeceklerden kaçınmalıyız. Hatta bizim kültürümüzde bir inanış vardır. Yağlı veya hamur işleri yersek gün içinde acıkmayız denir. Halbuki tam tersi bu yiyecekleri yiyip vücudumuzu yorarsak ertesi gün daha fazla acıkabiliriz. Menemen, pilav, salata gibi hafif yiyecekler yiyerek ve kahvaltı yaparak sahurumuzu geçirebiliriz.

Üçüncü olarak ta sahurdan hemen sonra yatmak kesinlikle yasak. Bu sürede 15-20 dakikayı hareketli geçirebilirsek yiyeceklerimizin depolanmasını engelleyebiliriz. Böylece şişkinlik, hazımsızlık gibi sorunlarımız varsa bu şekilde çözebiliriz. Sahurun arkasından uyumak çok zararlı kimseye tavsiye etmiyoruz.

Bunun yanında gün içerisinde uykuya orucu tutturmak ta çok zararlı. Çünkü sahurdan sonra yatıp iftara kadar uyursak hem orucun mahiyetini zedeleriz hem de vücudumuzdaki hastalıklara fırsat vererek onları sıralamış oluruz.

İftara gelirsek hurma ya da meyveyle açılan oruçtan sonra size iki bardak suyu içmeyi teklif ediyorum. Arkasında da çorba veya sebze yemeği gibi en çok tercih edilen bir yemeği yiyebilirsiniz. Bunun arkasından 5 ya da en fazla 10 dakikalığına sofradan uzaklaşmamız gerekli. Böylece yapılan hafif molayla uzun süren açlığın ardından yemeği fazla yemenin önüne geçilecektir. Bu süreden sonra soframıza tekrar dönebiliriz.

Her zaman söylediğimiz gibi daha uzun ve sağlıklı yaşamak istiyorsak ağır ve yağlı yiyeceklerden kaçınmamız gerekir. Ayrıca sebzesiyle, salatasıyla yavaş yemeliyiz. Yedikten yarım saat sonra yani yemeklerin depolandığı ve kan şekerinin yükseldiği zamanlarda egzersiz yapmamız lazım. Oturup kalma ve hareketsizlik gibi bizim sağlığımızı olumsuz etkileyen davranışlardan kaçınmalı ve bu sürede hareketli olmamız gerekli. Arkasından bir porsiyonluk meyveyle ya da ayran, süt gibi içecekle ara kahvaltımızı yapmaya devam edebiliriz. Çünkü iftarda çok aşırı yedikten sonra midemizde hazım problemi olur ve bunu sahura kadar çekebiliriz.

Bunun yanında imsak vaktine kadar elinizden geldiğince su gibi gıdaları bol bol içeceğiz. Bu ayran olabilir, soda, açık çay olabilir ama biz her zaman suyu tercih etmeliyiz.

Son kuralımızda şu: Oruç tutanlarda bir şeker düşmesi yaşanır. Dikkat ederseniz bu aylarda tatlıcılarda bir rağbet oluşur, insanlar iftarda tatlı yemek isterler. Bizim size teklifimiz tatlıyı çok fazla değil de sayıyla yemek olacaktır. İnsanlar bunu yerken genellikle yemeğin önünden yerler. Hâlbuki böyle yapıldığı takdirde yenen miktar aşırılaşacaktır. O yüzden mümkünse sütlü hafif tatlılar yemeğin arkasından ve ölçülü yenilirse faydalı olur.

Dediğim gibi eğer bu kurallara dikkat edilirse tuttuğumuz oruçlar bedenen faydalı olacaktır. Bu kadar basit aslında. Alışkanlıkları değiştirmek önemli olan. Böyle yaparsak kalp damar ve şeker risklerini azaltmış, kilo almayı durdurmuş ve hatta kilo vermeye başlamış oluruz.

(Moralhaber.net)

21 Ağustos 2008 Perşembe

Sağlıklı kilo vermenin yolları

Diyet yapmaya kararlı başlamak ve amacı kilo vermek değil VERİLEN KİLOYU KORUMAK olarak özümsemek gerekir. Tersi Yo Yo ya da yap boz sendromu oluyor...

Sağlığı olumsuz yönde etkileyen, ünlü ünsüz herkesin yaşadığı, sadece kilo verme amaçlı yapılan uygulamalar sonrasında verilen kiloların korunmadan daha fazlası ile geri alınmasına “ yo yo sendromu” deniliyor. Ülkemizde de bu yöntemleri bilinçsizce uygulamakta olup bir zayıf bir kilolu olma durumu kişilerde sıklıkla gözleniyor. Çağımızın hastalığı olan obeziteye davetiye çıkarabilecek bu sendrom, metabolizmanın gittikçe yavaşlamasına ve alınan kiloların daha da zor verilmesine neden oluyor.
Ataşehir Memorial Tıp Merkezi Beslenme ve Diyet Bölümü’nden Dyt. Şefika Aydın, “Yo yo sendromu ve sağlıklı kilo vermenin yolları” hakkında bilgi verdi.
YO YO SENDROMUNUN NEDENLERİ ARASINDA;
Sadece kilo verme amaçlı uygulanan, bireye özgü olmayan, olumlu beslenme alışkanlıkları kazandırmayan ve hızlı kilo verdiren tüm uygulamaları söylemek mümkündür.
· Bilinçsiz Zayıflama ilaçları kullanımı
· Bireyin Psikolojik durum değişiklikleri
· Kişiye özgü olmayan hazır diyetlerin yapılması
· Kendi sosyal yaşamına uymayan diyetleri kilo verme pahasına devam ettirme
· Bilinçsiz diüretik kullanma
· Diyet kampları ve sonrasında aynı sıklıkta yapılamayan egzersiz
· Sık aralıklarla diyet uygulama
· Düşük kalorili diyet sonrasında oluşan yeme atakları � da bu durumun oluşmasına yol açabilecek nedenler arasındadır.
Risk Altında Kimler Var?
Kilo sorunu olan kadın erkek günümüz koşullarınca yaş gözetmeksizin herkeste hızlı kilo verme, bu kiloları belirli bir sürede koruyamama ya da hiç korumama daha sonra ise diyetten sıkılıp yeme atakları ile birlikte ilk diyete başladığı kilodan daha fazla kilo alarak bu değişimi geçirme riski vardır.
Erkekler kadınlara oranla YO YO sendromuna daha az yakalanmaktadırlar. Çünkü erkekler fiziksel aktiviteyi ön plana çıkaran beslenme programlarını daha uzun soluklu yapabilme yeteneğine sahiptirler. Aslında en önemli fark erkeklerin diyete bakış açılarında yaşam tarzı değişikliklerini daha kolay benimseyebilmeleri yatmaktadır.
Yapılan çalışmalar ağırlık kaybının %5 ile %10’ unun bile 6 ay süresince muhakkak korunması gerektiğini göstermiştir. Ayrıca diyetini 1 veya 2 aylık dönem sonrasında bırakan kişilerde bu durum daha sık yaşanmaktadır.
Daha çok ünlülerde gözlenen bu durum; güzellik ve estetik kaygılarının artması, görsel ve yazılı basında kilo verme ile ilgili kaynağı doğru olmayan beslenme bilgilerinin de varlığı ile artık sadece ünlülerde değil toplumun her kesiminde görülmektedir.
Yo Yo Sendromunun olumsuz sonuçlarını sıralayacak olursak;
Alınan verilen bu kilolar metabolizmanın yavaşlamasına, yağ dokusunun artmasına, bireylerde psikolojik etkilenmelere sebep olmaktadır. Bilinçsiz ilaç kullanımı sırasında; metabolizma hızlanır, kalp ritminde artış olur, sık dışkılama oluşur, terleme artar, kan basıncı yükselir, adet düzensizliği görülür ve sinirlilik, anksiyete gibi psikolojik durum bozuklukları oluşur. Hiçbir ilacın bire bir uzun süre kullanımına ilişkin çalışma ya da veri yoktur.
Ayrıca laksatif ya da diüretik kullanımı hiçbir zaman kilo verme amaçlı olmamalıdır. Bu ilaçlar vücutta sadece su kaybı yaratır. Yağ eritmez kilo verdirmez. Uzun süre kullanımında da bağırsaklarda bu bileşiklere cevapsız hale gelmektedir. Bilinçsiz kullanımı potasyum düzeyinde düşmelere ve kalp ritim bozukluna sebep olmaktadır.
Tedavide;
Doğru tedaviyi belirleyecek olan kişinin kendisi değil doktor ve diyetisyenlerin kararı ile yönlendirilebilir.
1.Adım düşük kalorili yeterli dengeli diyetler + fiziksel aktivite
2.Adım davranış değişikliği yöntemlerinin bireyin yaşamına entegrasyonudur.
3.Adım farmakolojik ilaçla tedavi
4.Adım cerrahi tedavilerdir
Beslenme tedavisinde; kişinin koruyabileceği sağlıklı kiloları hedef alınarak, günlük beslenme öyküsü dinlenip yaşam şekline yönelik olumlu değişikliklerle beraber kilo verme programı uygulanmaktadır. Sık aralıklarla görüşülüp hızlı değil gerektiği süre zarfında hedef kiloya inene kadar diyet bırakılmamalıdır. Çünkü sonrasında başlanan KORUMA PROGRAMI bu sistemin en önemli anahtarıdır. Tekrar kilo almamak için yapılması gereken en önemli süreç koruma sürecidir.

YO YO yani yap- boz oyuncak gibi bu hastalık tablosunu yaşamamak için;
· Diyet yapmaya kararlı başlamak ve amacı kilo vermek değil VERİLEN KİLOYU KORUMAK olarak özümsemek gerekir.
· Diyet muhakkak doğru kaynaktan beslenme ve diyet uzmanından alınmalıdır.
· 3 ana öğün ve 2 veya 3 ara öğün tüketilmelidir. Ara öğünlere ana öğün kadar önem verilmelidir. Kan şekerinin düşmemesi ve açlık duygusunun oluşmaması için sık sık beslenmek şarttır. Zayıflamak isteyen kişilerin % 8090’ ında yapılan en büyük hata ana ve ara öğünlerin atlanmasıdır.
· Fiziksel aktivite düzenli hale getirilmeli metabolizmada artış sağlanmalıdır.
· Tek besine yüklenmemeli diyette çeşitlilik olmalıdır. Öğünde 4 besin grubunun( süt/et/tahıl/sebze-meyve ) da bulunmasına özen gösterilmelidir. Böylece hem yeterli besin öğeleri alınır hem de kişi diyetten sıkılmamış olur.
· Diyette sıklıkla tercih edilen tatlandırıcılı ürünler direk zayıflamaya yönelik ürünler değil diyabet hastaları için şekersiz olarak üretilen yiyeceklerdir. Zayıflama süresince ana öğün yerine geçmemesi gereken bu gıdaları sıklığı ve miktarı sınırlı şekilde ara öğünlerde bilinçli tüketmek gerekir.
· Gereğinden fazla alınan her kalorinin vücutta yağa dönüşerek depolanacağını unutmamak gerekir.
· Özellikle yetişkin grupta yarım yağlı süt ve süt ürünleri tercih edilmelidir. Bu besinlerin yağı az olanlarının glisemik indeksleri düşüktür ve yağlı olanlara nazaran daha doygunluk sağladıkları unutulmamalıdır.
· Yemekleri sevilen usulle; kızartma ve uzun süre kaynatma işlemlerini yapmadan hazırlamaya özen gösterilmelidir.
· Vücudun temel ihtiyacı olan vitamin ve mineralleri haplardan değil doğal sebze ve meyvelerden almak ilk tercih olmalıdır.
· Su hayattır. Günde bayanlarda en az 1012 bardak erkeklerde 1214 bardak su içmeyi alışkanlık haline dönüştürmek gerekir. Su yerine tercih edilen kimi zaman ara öğünlerde ve sofralarda vazgeçilmezler haline gelen hazır meyve sularını, kafeinli içecekleri ve kolayı tüketmek hem sağlıklı değildir, hem de kilo olarak geri dönecektir.

6 Temmuz 2008 Pazar

Dikkat 'Güneşten korunayım' derken gözünüzden olmayın!

'Güneşten korunayım' derken gözünüzden olmayın!Havaların ısınmasıyla birlikte güneş ışınlarından korunmak için gözlüğe yönelen vatandaşlar, 'Ucuz olsun' diye aldıkları gözlükler nedeniyle sağlığından olabiliyor.

Güneş gözlüğünün iyi bir koruma sağlayabilmesi için yüksek derecede ultraviyole süzen bir camdan yapılması gerektiğine dikkat çeken uzmanlar; "Güneş, başta göz ve cilt olmak üzere bir takım organlara zarar verir. Son yıllarda ozon tabakasının incelmesi nedeniyle güneşten gelen zararlı ışınların miktarı daha da artmıştır. Bu nedenle, özellikle yaz aylarında güneş gözlüğü takmadan güneşe çıkılmamalıdır" uyarısında bulunuyor.

Özel Bahar Hastanesi Göz Cerrahisi ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Metin Yıldız, güneşin zararlı ışınlarının gözdeki korneayı kurutmasının, kaşıntı, batma, yanma ve kanlanma gibi şikayet ve hasarlara neden olduğunu söyledi. Güneşin zararlı ışınlardan korunmanın en kesin yolunun, özellikle 10.00-15.00 saatleri arasında açık alanlara çıkılmaması ve güneşe maruz kalınmaması olduğunu belirten Dr. Yıldız; "Yaz aylarında sokağa çıkarken, mutlaka güneş gözlüğü takılmalıdır. Güneş gözlüğünün koruyucu olabilmesi için sahte olmaması gerekir. Sahte gözlükler, güneşten gelen zararlı ışıklara karşı gözü korumadığı gibi, aksine göze gelen zararlı ışıkların miktarını artırarak daha da zararlı sonuçlar doğurmaktadır. Sahte gözlük takmaktansa hiç takmamak daha iyidir. Bu nedenle, güneş gözlüğü alırken ve seçerken çok dikkatli olunması gerekir. Gerçek güneş gözlüklerinin ultraviyole ya da mor ötesi ışınları süzdüğüne dair bir sertifikası vardır. Gözlük alırken bu durum soruşturulmalı, ultraviyole ışınlarını süzdüğüne dair sertifikası olmayan güneş gözlükleri alınmamalıdır. Sağlık Bakanlığı, ithal güneş gözlükleri için sertifika mecburiyeti getirmiştir. Gözlük alırken sertifikası ve garantisi olup olmadığı soruşturulmalı ve Sağlık Bakanlığından ruhsatı, firma garantisi olmayan gözlükler alınmamalıdır. Güneş gözlüğünün camı kadar şekli ve yüzde duruşu da önemlidir. Her şeyden önce güneş gözlüğü çerçevesi kişinin yüz yapısına uygun olmalı ve göz çevresini çepeçevre sarmalayarak, gözlere yakın durmalıdır. Güneş gözlüğünün iyi bir koruma sağlayabilmesi için, gözü üstten ve yandan gelen ışınlara karşı da koruması gerekir." dedi.

(Cihan)

17 Haziran 2008 Salı

Üzüm çekirdeği deyip geçmeyin!

Erciyes Üniversitesinde fareler üzerinde yapılan bir araştırma, üzüm çekirdeğinin kanser tedavisinde kullanılan kemoterapi ve radyoterapinin olumsuz etkilerini azalttığını ortaya koydu. AA muhabirinin aldığı bilgiye göre, Erciyes Üniversitesinin çeşitli birimlerinde görev yapan Dr. Aysun Çetin, Dr. Leylagül Kaynar, Dr. İsmail Koçyiğit, Dr. Sibel Kavukçuhacıoğlu, Dr. Recep Saraymen, Dr. Ahmet Öztürk, Dr. Okan Orhan ve Dr. Osman Sağdıç, üzüm çekirdeğinin antioksidan etkisinin kanser tedavisine etkisini araştırdılar.

Erciyes Üniversitesinin geleneksel olarak düzenlediği Gevher Nesibe Araştırma Teşvik Ödülü alan ''Rat karaciğerinde radyasyon ve kemoterapinin yol açtığı oksidatif strese üzüm çekirdeği ekstresinin etkisi'' başlıklı çalışmalar, uluslararası The Turkish Journal Of Gastroenterology ve American Journal Of Chinese Medicine isimli dergilerde yayınlanmak üzere seçildi.

Dr. Aysun Çetin, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kanserin olumsuz etkilerini azalttığı bilinen E ve C vitaminleri ile ilgili çok çalışma yapıldığını, ancak E vitamininden 50 kat ve C vitamininden 20 kat fazla antioksidan özelliğe sahip olduğu bilinen üzüm çekirdeği ile ilgili çalışmaların son 10 yılda yapılmaya başlandığını belirtti.

-FARELERLE DENEY-

Canlıların vücudunda serbest radikaller (oksidan) adı verilen zararlı maddeler ile bu maddeleri ortadan kaldıran maddelerin (antioksidan) denge içinde bulunduğunu ifade eden Çetin, özellikle 25 yaşından sonra bu dengenin olumsuz yönde bozulmaya başlandığını hatırlattı.

Dengenin bozulması ile birlikte artan oksidan etkinin başta kanser olmak üzere birçok ciddi sağlık sorununa yol açtığını kaydeden Çetin, şu bilgileri verdi:

''Kanser oluşumunun engellenmesi için vücutta antioksidan miktarının azalmaması, yaşlanma ile birlikte antioksidan takviyesi yapılması gerekir. Üzüm çekirdeği de antioksidan özelliği çok fazla olan bir maddedir. Bu çalışmada, kanser oluşumunun önlenmesine katkı sağlayan üzüm çekirdeğinin, kanser tedavisi sırasında karşılaşılan olumsuzlukların önlenmesindeki katkısını araştırdık. Kanser tedavisinde kullanılan kemoterapi ve radyoterapi yöntemleri tümörü ortadan kaldırırken saç dökülmesi, iştahsızlık, bulantı veya kusma gibi birçok soruna yol açabiliyor. Araştırmamızda, bu olumsuzlukların nedeni veya sonucu olabilecek oksidan saldırıların ortadan kaldırılmasında üzüm çekirdeğinin katkısını test ettik.''

Üzüm çekirdeği verilen farelerde hissedilir ölçüde yararlı antioksidan maddelerin artışını tespit ettiklerini belirten Çetin, şöyle devam etti:

''Fareler, biyolojik olarak insan vücuduna en çok benzeyen hayvanlardır. Karaciğer ise bir anlamda vücudun laboratuvarıdır. Araştırmamızda denek farelerin karaciğer dokularını inceledik. Üzüm çekirdeği verdiğimiz fare grubunda antioksidan maddelerin hissedilir derecede arttığını belirledik. Hatta, hem ışın hem üzüm çekirdeği verdiğimiz grupta antioksidan maddelerin, hiç ışın verilmeyen ve sadece su verilen kontrol grubundan bile daha fazla düzeyde olduğunu gözlemledik. Üzüm, zaten rahatlıkla tüketilebilen doğal bir besin olduğu için insanlarda da aynı etkileri gösterebileceği sonucuna vardık. Yani, antioksidan özelliği nedeniyle kanser oluşumunu engelleyen üzüm çekirdeğinin, kanser tedavisinde ortaya çıkan olumsuzlukları da azaltabileceğini belirledik. ''

Siyah üzümde antioksidan maddenin daha fazla bulunduğunu hatırlatan Çetin, söz konusu faydalar için üzümün çekirdeği ile birlikte çiğnenerek tüketilmesini tavsiye ettiklerini sözlerine ekledi.

12 Haziran 2008 Perşembe

Karpuzu aç karnına ve çekirdekleriyle tüketin


Sakarya Vatan Hastanesi Başhekimi Dursun Bostancı, karpuzun faydasından tam yararlanmak için aç karnına ve çekirdekleriyle birlikte tüketilmesi gerektiğini söyledi.

Bostancı, karpuz çekirdeği içinde bulunan 'cucurbocitrin' adlı maddenin kan basıncını düşürmeye ve böbrek fonksiyonlarını düzenlemeye yardımcı olduğunu belirtti. Bostancı, "Karpuzun çekirdekleri çok faydalı. Karpuz çekirdeği, midede herhangi bir şikayete sebep olmaz. Ayrıca az miktarda olsa bile barındırdığı likopen maddesi de kalbi enfarktüsten koruyor."diye konuştu.

Karpuzun aynı zamanda iyi bir lif kaynağı olması sebebiyle bağırsak hareketlerini düzenlediğini ve bağırsak kanseri türlerinden koruduğu bilgisini veren Bostancı, "Yağ ve kolesterol içermiyor. Büyük bir kısmının su olması sebebiyle vücudun yaz aylarındaki sıvı kaybını önlüyor. Böbrekleri çalıştırıyor, idrarı düzenliyor. Bol miktarda B ve C vitamini içeriyor, zindelik ve enerji veriyor. Antioksidan özelliği ile kanserden koruyucu etkiye sahip. Karpuz, kilo vermeyi kolaylaştırıyor." şeklinde konuştu. Duran Savaş, Sakarya

Izgara et için iki kere düşünün!

Mangal mevsimi geldi. Kırmızı etler, tavuk göğsü, sucuklar ızgaraya konmayı bekliyor. Yaz mevsimini ızgarada kızarmış et kokusundan ayrı düşünmek çok zor; ancak doktorlardan ciddi uyarı var: Mangalsız bir hayata alıştırın kendinizi.

Amerikan Kanser Araştırma Enstitüsü, herkesi bu alışkanlık konusunda yeniden düşünmeye davet etti. Enstitü tarafından yayınlanan raporda yapılan 7 bin ayrı çalışmada da, ister beyaz et, ister kırmızı et isterse de balık eti olsun, ızgarada kızartılan etlerin potansiyel kanserojen etkisi olduğunun saptandığı vurgulandı.

Enstitünün mangal ateşi yakmaktan vazgeçemeyeceklere tavsiyesi ise şu; Et yerine, sebze ya da meyve kızartın. Yüksek ısıda kızartılan kırmızı et, kümes hayvanı eti ya da balık etindeki proteinler, heterosiklik amino asit üretiyor.

Heterosiklik amino asit, kanserojen madde olarak kabul ediliyor. Mangalla birlikte vücudumuza katma ihtimali bulunan diğer kanserojen madde ise etteki yağ ve suların damladığında ya da sıcak ızgaraya konulduklarında çıkan ve ete de sinme ihtimali bulunan dumanın içerdiği çok halkalı aromatik hidrokarbonlar.

New Jersey Kanser Enstitüsü diyetisyen uzmanlarından Maureen Huhmann, insanları ızgara etten uzak durmaları konusunda uyarmaya çalıştıklarını anlatarak, "Izgara et yemeyi, nadiren yaptığınız bir şeye dönüştürün. Eğer ızgarada pişmiş bir şey yiyecekseniz de en azından yediğiniz ette siyah ya da yanık olmadığından emin olun." uyarısında bulunuyor.

Salamda sosiste kanser riski var Amerikan Kanser Enstitüsü, korunmuş etler konusunda da özel uyarıda bulunuyor. Rapor, sosis, sucuk, salam, burger, bacon gibi, tuzlanıp, tütsülenip pişirildikten sonra paketlenen et ürünlerinden uzak durulmasını da tavsiye ediyor. Eti uzun süre korumak için kullanılan kimyasallar, vücutta kanserojen etkilere sebep olabiliyor. Uzmanlar, kırmızı etin, özellikle de sosis gibi işlenmiş kırmızı etlerin, bağırsak kanserine yol açtığını ortaya koyuyor.

Mangalda kanser riskini azaltma yolları

  • Izgara süresini azaltın. Eti ızgaraya koymadan önce fırında bir süre pişirin.
  • Et suyunun ateşe düşerek kanserojen etki yapabilen duman üretmesini engelleyin.
  • Asla kararmış ya da yanık et yemeyin.
  • Pişmesi daha kısa zaman tutan, şiş kebap gibi küçük parçalı etleri tercih edin.
  • Yağsız et, daha az damlar, daha az duman çıkarır.
  • Isı kaynağı ile etleri koyduğunuz ızgara zemini arasında en az 15 santimetre mesafe bulunsun.

Sigara, ömürden en az 5 yıl çalıyor


Sigaranın, gerek kadınlarda gerekse erkeklerde ömürden en az beş yıl çaldığı bildirildi. ABD Sağlık Bakanlığı'na bağlı bir kuruluşta görevli doktor Lisa Schwart tarafından yürütülen ve Amerikan Kanser Enstitüsü'nce yayımlanan araştırmaya göre, sigara içen erkekler arasında 60 yaşından sonra akciğer kanserinden ölme riski, kalp-damar hastalıklarından ölme ihtimalinden daha yüksek.

Buna mukabil, sigara içmemiş erkeklerin hangi yaşta olurlarsa olsunlar, kalp-damar hastalığından ölme ihtimali; akciğer, kalın bağırsak veya prostat kanserinden ölme ihtimalinden daha fazla. Araştırmaya göre, sigara tiryakisi erkeklerin prostat ve kalın bağırsak kanserinden ölme ihtimali de 10 kat artıyor. Kadınlarda ise sigara içenler arasında akciğer kanseri veya kalp-damar hastalıklarından ölme riski, 40 yaşına kadar meme kanserinden ölme ihtimalinden çok daha yüksek. Sigara içmeyen kadınlar arasında ise kalp-damar rahatsızlıklarından ölme riski, 60 yaşına kadar meme kanserinden ölme riskine eşit.

Araştırma, hangi yaşta ve hangi nedenden olursa olsun, erkeklerin ölüm riskinin kadınlarınkinden biraz daha yüksek olduğunu da gösterdi. Washington, aa

Sınava hazırlanan öğrenciler günde en az 1,5 litre su içmeli


Sıcak havalarda artan terleme sonucu vücuttaki sıvı oranının düşmesi konsantrasyonu azaltıyor. Sıvı dengesinin bozulması da matematiksel zekada gerileme, vücutta halsizlik, ezber yeteneğinde ve hafızada zayıflama gibi sorunlara sebep oluyor.

Konya Özel Selçuklu Hastanesi diyetisyeni Mevra Çimili, özellikle öğrencilerin günde en az 1,5 litre su içmesi gerektiğini ifade ederek, terlemeyi azaltmak için hava dolaşımına imkân sağlayan keten türü giysileri önerdi.

Gençleri, hayallerini süsleyen üniversiteye taşıyacak Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) önümüzdeki hafta sonu yapılacak. Önemli sınavların hava sıcaklıklarının iyice arttığı döneme denk gelmesi, su tüketiminin önemini bir kat daha artırıyor. Diyetisyen Mevra Çimili, yaz mevsiminde vücutta terle atılan su miktarının neredeyse iki katına çıktığını söylüyor. Vücuttaki sıvılarda yüzde 2'lik bir azalmanın dikkat dağınıklığına sebep olduğunu vurgulayan Çimili, "Sıvı dengesindeki bozulma konsantrasyonu azaltır. Matematiksel zekada bozukluk, halsizlik, ezber yeteneği ve hafızada zayıflama gibi sorunlara neden olur." diyor.

Terlemeyle ortaya çıkan sıvı açığının ancak suyla dengelenebileceğini dile getiren Çimili, vücuttaki sıvı açığını gidermek için öğrencilere günde en az 1,5 litre su içmeleri tavsiyesinde bulunuyor. Vücuttaki su miktarının dengede tutulmasının hayati önem taşıdığını aktaran Çimili, gıdalarla alınan suyun, insanın ihtiyacının sadece beşte birini karşılayacağını anlattı. Çay, kahve ve kolalı içeceklerin insanın sıvı ihtiyacını gidermekten çok, kaybı daha da artırdığını söyleyen Çimili, bu nedenle sınavlara hazırlanan öğrencilerin bunlardan uzak durmasını istedi.

Suyun faydaları neler?

Su, besinlerin sindirimi, emilimi ve hücrelere taşınmasında rol alır. Sindirim sonucu oluşan toksinlerin taşınmasında ve atılmasında görev alır. Cildin nem dengesini sağlayarak cildi güzelleştirir. Sesi güzelleştirir. Vücut sıcaklığını korur. Eklemlerin kayganlığını sağlar. Vücuttaki elektrolit dengesini korur. Böbreklerin çalışmasını hızlandırır. Kabızlığı önler. Bağırsak kanserine karşı koruyucudur. Emziklilik döneminde süt üretimini artırır.

Google Arama

Özel Arama