28 Eylül 2008 Pazar

Çin'de melaminli şeker alarmı


Bayramda ucuz şeker ararken Çin malı olmamasına dikkat edin. Zehirli mamadan sonra Çin'de şeker yapımında kimyasal melamin kullanıldığı anlaşıldı.

Çin'de ortaya çıkan zehirli mama skandalının ardından şimdi de bir şirketin ürettiği şekerde, sanayi tipi kimyasal melamin tespit edildi.

Şekerleri üreten Guanshengyuan firması, şekerlerde melamin tespit edilmesinin ardından, sütten yapılan ve tanınmış ''White Rabbit'' şekerlerin satışının ve ihracının durdurulduğunu açıkladı.

Zehirli süt skandalının merkezindeki süt işletmelerinden biri olan Bright Foods'a bağlı şirket Guanshengyuan, bu hafta başında Singapur'da yapılan testlerde şekerlerde melamin tespit edilmesinden sonra şeker satışını durdurma kararı aldı.

Bright Foods Başkan Yardımcısı Ge Junjie, test sonuçları henüz bilinmemesine rağmen şirketin, satışları durdurma kararı aldığını açıkladı.

Shanghai Daily gazetesinin haberine göre, Ge Junjie, ''Bu, Çin gıda endüstrisi için trajedi ve tanınmış bir markanın mahvolması nedeniyle bizim için büyük bir ders oldu'' dedi.

Kanada ve İngiltere'de yetkililer, bu marka şekerlerin satışının durdurulmasını isterken, Filipinler hükümeti, Çin yapımı bütün süt ürünlerinin raflardan indirilmesi talimatını verdi.

Bu arada, Avrupa'da, Çin'den ithal edilen süt içeren bütün çocuk gıdalarının yasaklanması kararı bugünden itibaren uygulanmaya başladı.

Çin'de zehirli mama skandalı, Sanlu Group'un ürettiği süt tozunda sanayi tipi kimyasal melamin tespit edilmesi üzerine bu ay başında patlamıştı.

Çin'de melamin içeren mamalardan yiyen 4 çocuk ölmüş ve onbinlerce çocuk hastalanmıştı.

Plastik yapımında kullanılan melamin, nitrojen açısından zengin ve göreceli olarak ucuz. Melaminin standart altı ya da sulandırılmış süte katılması, sütün protein seviyesinin yüksek görünmesine neden oluyor. Standart kalite testlerinde protein seviyesi, nitrojen içeriği ölçülerek tahmin ediliyor.

Sağlık uzmanları, melaminin az miktarda tüketilmesinin zararlı olmadığını, ancak sürekli olarak kullanılmasının özellikle gençlerde böbrek taşı oluşumuna ve böbrek rahatsızlığına yol açtığını belirtiyorlar.

(AA)

4 Eylül 2008 Perşembe

İftar ve sahur için 10 altın kural...

İftar sofralarımızdaki bin bir çeşit yiyeceklerle Ramazan'ın midenizde hazım problemleri, kilo artışının yaşandığı bir aya dönüşmemesi için bu haberi iyi okuyun :

İftar ve sahur için 10 altın kural...

İzzet Taşkıran'ın haberi

Moral FM’de “Sırrı Er’le Basında Bugün” programına katılan Beslenme Uzmanı Aslan, Ramazan’da iftar ve sahur sofralarında yapılan yanlışlıkları anlattı.

İftar sofralarımızdaki bin bir çeşit gıdalarla bu mübarek ayı midemizde hazım problemleri, kilo artışı ve bedensel sorunların ortaya çıktığı bir zaman dilimine dönüştürmemek istiyorsanız bu haber tam size göre:

İşte Ramazan ayına girdiğimiz şu günlerde doğru beslenmenin sonucunda sağlıklı bir yaşam için uyulması gereken 10 altın kural:

1.
Ne olursa olsun sahura mutlaka kalkmak
2. Ramazan ayında hamur işi ve yağlı gıdalardan olabildiğince kaçmak
3. Sahuru yaptıktan sonra bir süre yatmamak ve uyanık kalmak.
4. Ramazan ayında uykuyu oruca tutturmak.
5. Orucu hurmayla açtıktan sonra 2 bardak su içmek
6. Çorba ya da sebze yemeği yedikten sonra 5-10 dakika ara verip sofradan uzaklaşmak.
7. Yemeği yedikten yarım saat sonra bir süre egzersiz yapmak.
8. İftardan sonra gece boyunca meyve ya da ayran, süt gibi içecekle ara kahvaltısı yapmak.
9. İftardan sahura kadar ki zaman diliminde bol bol sıvı gıdalar tüketmek.
10.
Tatlı yenilecekse genellikle sütlü tatlıları tercih etmek ve az miktarda tüketmek

Ramazan ayında tutulan oruçlar metabolizmamızda ne gibi değişiklikler meydana getiriyor?

Aslında Ramazan ayındaki oruçlar hem sabrımızın geliştiği hem de midemizi dinlendirebileceğimiz bir fırsattır. Buradan vücudumuz için son derece büyük faydalar sağlayabiliriz. Veya Ramazan bu faydaları sağlama yollarını öğrenebileceğimiz bir fırsat ayı olabilir. Ama biz kültürel değişikliklerinin etkisiyle fırsatı bir dezavantaja dönüştürebiliyoruz. İftar sofralarımızdaki bin bir çeşit gıdalarla bu mübarek ayı midemizde hazım problemleri, kilo artışı ve bedensel sorunların ortaya çıktığı bir zaman dilimine dönüştürüyor. Bu ayı hakkıyla değerlendirip bize verilmek isteneni almak istiyorsak bazı kurallara dikkat etmemiz gerekiyor. Bu ayda kendi kendimize on kural sayalım ve buna dikkat edip etmediğimizi de takip edelim. Bu kurallara uyarsak daha sağlıklı, kilo vermiş, kalp-damar dengesi bakımından dengeli ve sabrı öğrenmiş şekilde Ramazan’dan çıkmak mümkün olur.


Birincisi sahura mutlaka kalkıyoruz. Genellikle kişiler yiyip geç yatarak sahura kalkmazlar. Ertesi günü bu yemekle çıkartmaya uğraşırlar. Mümkün olduğu kadar sahura geç kalkmak o günün şeker dengesini kurmak için faydalıdır. Dolayısıyla sahura mutlaka kalkacağız.

İkincisi bu aylarda ağır yağlı ve hamur işlerinden oluşan yiyeceklerden kaçınmalıyız. Hatta bizim kültürümüzde bir inanış vardır. Yağlı veya hamur işleri yersek gün içinde acıkmayız denir. Halbuki tam tersi bu yiyecekleri yiyip vücudumuzu yorarsak ertesi gün daha fazla acıkabiliriz. Menemen, pilav, salata gibi hafif yiyecekler yiyerek ve kahvaltı yaparak sahurumuzu geçirebiliriz.

Üçüncü olarak ta sahurdan hemen sonra yatmak kesinlikle yasak. Bu sürede 15-20 dakikayı hareketli geçirebilirsek yiyeceklerimizin depolanmasını engelleyebiliriz. Böylece şişkinlik, hazımsızlık gibi sorunlarımız varsa bu şekilde çözebiliriz. Sahurun arkasından uyumak çok zararlı kimseye tavsiye etmiyoruz.

Bunun yanında gün içerisinde uykuya orucu tutturmak ta çok zararlı. Çünkü sahurdan sonra yatıp iftara kadar uyursak hem orucun mahiyetini zedeleriz hem de vücudumuzdaki hastalıklara fırsat vererek onları sıralamış oluruz.

İftara gelirsek hurma ya da meyveyle açılan oruçtan sonra size iki bardak suyu içmeyi teklif ediyorum. Arkasında da çorba veya sebze yemeği gibi en çok tercih edilen bir yemeği yiyebilirsiniz. Bunun arkasından 5 ya da en fazla 10 dakikalığına sofradan uzaklaşmamız gerekli. Böylece yapılan hafif molayla uzun süren açlığın ardından yemeği fazla yemenin önüne geçilecektir. Bu süreden sonra soframıza tekrar dönebiliriz.

Her zaman söylediğimiz gibi daha uzun ve sağlıklı yaşamak istiyorsak ağır ve yağlı yiyeceklerden kaçınmamız gerekir. Ayrıca sebzesiyle, salatasıyla yavaş yemeliyiz. Yedikten yarım saat sonra yani yemeklerin depolandığı ve kan şekerinin yükseldiği zamanlarda egzersiz yapmamız lazım. Oturup kalma ve hareketsizlik gibi bizim sağlığımızı olumsuz etkileyen davranışlardan kaçınmalı ve bu sürede hareketli olmamız gerekli. Arkasından bir porsiyonluk meyveyle ya da ayran, süt gibi içecekle ara kahvaltımızı yapmaya devam edebiliriz. Çünkü iftarda çok aşırı yedikten sonra midemizde hazım problemi olur ve bunu sahura kadar çekebiliriz.

Bunun yanında imsak vaktine kadar elinizden geldiğince su gibi gıdaları bol bol içeceğiz. Bu ayran olabilir, soda, açık çay olabilir ama biz her zaman suyu tercih etmeliyiz.

Son kuralımızda şu: Oruç tutanlarda bir şeker düşmesi yaşanır. Dikkat ederseniz bu aylarda tatlıcılarda bir rağbet oluşur, insanlar iftarda tatlı yemek isterler. Bizim size teklifimiz tatlıyı çok fazla değil de sayıyla yemek olacaktır. İnsanlar bunu yerken genellikle yemeğin önünden yerler. Hâlbuki böyle yapıldığı takdirde yenen miktar aşırılaşacaktır. O yüzden mümkünse sütlü hafif tatlılar yemeğin arkasından ve ölçülü yenilirse faydalı olur.

Dediğim gibi eğer bu kurallara dikkat edilirse tuttuğumuz oruçlar bedenen faydalı olacaktır. Bu kadar basit aslında. Alışkanlıkları değiştirmek önemli olan. Böyle yaparsak kalp damar ve şeker risklerini azaltmış, kilo almayı durdurmuş ve hatta kilo vermeye başlamış oluruz.

(Moralhaber.net)

21 Ağustos 2008 Perşembe

Sağlıklı kilo vermenin yolları

Diyet yapmaya kararlı başlamak ve amacı kilo vermek değil VERİLEN KİLOYU KORUMAK olarak özümsemek gerekir. Tersi Yo Yo ya da yap boz sendromu oluyor...

Sağlığı olumsuz yönde etkileyen, ünlü ünsüz herkesin yaşadığı, sadece kilo verme amaçlı yapılan uygulamalar sonrasında verilen kiloların korunmadan daha fazlası ile geri alınmasına “ yo yo sendromu” deniliyor. Ülkemizde de bu yöntemleri bilinçsizce uygulamakta olup bir zayıf bir kilolu olma durumu kişilerde sıklıkla gözleniyor. Çağımızın hastalığı olan obeziteye davetiye çıkarabilecek bu sendrom, metabolizmanın gittikçe yavaşlamasına ve alınan kiloların daha da zor verilmesine neden oluyor.
Ataşehir Memorial Tıp Merkezi Beslenme ve Diyet Bölümü’nden Dyt. Şefika Aydın, “Yo yo sendromu ve sağlıklı kilo vermenin yolları” hakkında bilgi verdi.
YO YO SENDROMUNUN NEDENLERİ ARASINDA;
Sadece kilo verme amaçlı uygulanan, bireye özgü olmayan, olumlu beslenme alışkanlıkları kazandırmayan ve hızlı kilo verdiren tüm uygulamaları söylemek mümkündür.
· Bilinçsiz Zayıflama ilaçları kullanımı
· Bireyin Psikolojik durum değişiklikleri
· Kişiye özgü olmayan hazır diyetlerin yapılması
· Kendi sosyal yaşamına uymayan diyetleri kilo verme pahasına devam ettirme
· Bilinçsiz diüretik kullanma
· Diyet kampları ve sonrasında aynı sıklıkta yapılamayan egzersiz
· Sık aralıklarla diyet uygulama
· Düşük kalorili diyet sonrasında oluşan yeme atakları � da bu durumun oluşmasına yol açabilecek nedenler arasındadır.
Risk Altında Kimler Var?
Kilo sorunu olan kadın erkek günümüz koşullarınca yaş gözetmeksizin herkeste hızlı kilo verme, bu kiloları belirli bir sürede koruyamama ya da hiç korumama daha sonra ise diyetten sıkılıp yeme atakları ile birlikte ilk diyete başladığı kilodan daha fazla kilo alarak bu değişimi geçirme riski vardır.
Erkekler kadınlara oranla YO YO sendromuna daha az yakalanmaktadırlar. Çünkü erkekler fiziksel aktiviteyi ön plana çıkaran beslenme programlarını daha uzun soluklu yapabilme yeteneğine sahiptirler. Aslında en önemli fark erkeklerin diyete bakış açılarında yaşam tarzı değişikliklerini daha kolay benimseyebilmeleri yatmaktadır.
Yapılan çalışmalar ağırlık kaybının %5 ile %10’ unun bile 6 ay süresince muhakkak korunması gerektiğini göstermiştir. Ayrıca diyetini 1 veya 2 aylık dönem sonrasında bırakan kişilerde bu durum daha sık yaşanmaktadır.
Daha çok ünlülerde gözlenen bu durum; güzellik ve estetik kaygılarının artması, görsel ve yazılı basında kilo verme ile ilgili kaynağı doğru olmayan beslenme bilgilerinin de varlığı ile artık sadece ünlülerde değil toplumun her kesiminde görülmektedir.
Yo Yo Sendromunun olumsuz sonuçlarını sıralayacak olursak;
Alınan verilen bu kilolar metabolizmanın yavaşlamasına, yağ dokusunun artmasına, bireylerde psikolojik etkilenmelere sebep olmaktadır. Bilinçsiz ilaç kullanımı sırasında; metabolizma hızlanır, kalp ritminde artış olur, sık dışkılama oluşur, terleme artar, kan basıncı yükselir, adet düzensizliği görülür ve sinirlilik, anksiyete gibi psikolojik durum bozuklukları oluşur. Hiçbir ilacın bire bir uzun süre kullanımına ilişkin çalışma ya da veri yoktur.
Ayrıca laksatif ya da diüretik kullanımı hiçbir zaman kilo verme amaçlı olmamalıdır. Bu ilaçlar vücutta sadece su kaybı yaratır. Yağ eritmez kilo verdirmez. Uzun süre kullanımında da bağırsaklarda bu bileşiklere cevapsız hale gelmektedir. Bilinçsiz kullanımı potasyum düzeyinde düşmelere ve kalp ritim bozukluna sebep olmaktadır.
Tedavide;
Doğru tedaviyi belirleyecek olan kişinin kendisi değil doktor ve diyetisyenlerin kararı ile yönlendirilebilir.
1.Adım düşük kalorili yeterli dengeli diyetler + fiziksel aktivite
2.Adım davranış değişikliği yöntemlerinin bireyin yaşamına entegrasyonudur.
3.Adım farmakolojik ilaçla tedavi
4.Adım cerrahi tedavilerdir
Beslenme tedavisinde; kişinin koruyabileceği sağlıklı kiloları hedef alınarak, günlük beslenme öyküsü dinlenip yaşam şekline yönelik olumlu değişikliklerle beraber kilo verme programı uygulanmaktadır. Sık aralıklarla görüşülüp hızlı değil gerektiği süre zarfında hedef kiloya inene kadar diyet bırakılmamalıdır. Çünkü sonrasında başlanan KORUMA PROGRAMI bu sistemin en önemli anahtarıdır. Tekrar kilo almamak için yapılması gereken en önemli süreç koruma sürecidir.

YO YO yani yap- boz oyuncak gibi bu hastalık tablosunu yaşamamak için;
· Diyet yapmaya kararlı başlamak ve amacı kilo vermek değil VERİLEN KİLOYU KORUMAK olarak özümsemek gerekir.
· Diyet muhakkak doğru kaynaktan beslenme ve diyet uzmanından alınmalıdır.
· 3 ana öğün ve 2 veya 3 ara öğün tüketilmelidir. Ara öğünlere ana öğün kadar önem verilmelidir. Kan şekerinin düşmemesi ve açlık duygusunun oluşmaması için sık sık beslenmek şarttır. Zayıflamak isteyen kişilerin % 8090’ ında yapılan en büyük hata ana ve ara öğünlerin atlanmasıdır.
· Fiziksel aktivite düzenli hale getirilmeli metabolizmada artış sağlanmalıdır.
· Tek besine yüklenmemeli diyette çeşitlilik olmalıdır. Öğünde 4 besin grubunun( süt/et/tahıl/sebze-meyve ) da bulunmasına özen gösterilmelidir. Böylece hem yeterli besin öğeleri alınır hem de kişi diyetten sıkılmamış olur.
· Diyette sıklıkla tercih edilen tatlandırıcılı ürünler direk zayıflamaya yönelik ürünler değil diyabet hastaları için şekersiz olarak üretilen yiyeceklerdir. Zayıflama süresince ana öğün yerine geçmemesi gereken bu gıdaları sıklığı ve miktarı sınırlı şekilde ara öğünlerde bilinçli tüketmek gerekir.
· Gereğinden fazla alınan her kalorinin vücutta yağa dönüşerek depolanacağını unutmamak gerekir.
· Özellikle yetişkin grupta yarım yağlı süt ve süt ürünleri tercih edilmelidir. Bu besinlerin yağı az olanlarının glisemik indeksleri düşüktür ve yağlı olanlara nazaran daha doygunluk sağladıkları unutulmamalıdır.
· Yemekleri sevilen usulle; kızartma ve uzun süre kaynatma işlemlerini yapmadan hazırlamaya özen gösterilmelidir.
· Vücudun temel ihtiyacı olan vitamin ve mineralleri haplardan değil doğal sebze ve meyvelerden almak ilk tercih olmalıdır.
· Su hayattır. Günde bayanlarda en az 1012 bardak erkeklerde 1214 bardak su içmeyi alışkanlık haline dönüştürmek gerekir. Su yerine tercih edilen kimi zaman ara öğünlerde ve sofralarda vazgeçilmezler haline gelen hazır meyve sularını, kafeinli içecekleri ve kolayı tüketmek hem sağlıklı değildir, hem de kilo olarak geri dönecektir.

6 Temmuz 2008 Pazar

Dikkat 'Güneşten korunayım' derken gözünüzden olmayın!

'Güneşten korunayım' derken gözünüzden olmayın!Havaların ısınmasıyla birlikte güneş ışınlarından korunmak için gözlüğe yönelen vatandaşlar, 'Ucuz olsun' diye aldıkları gözlükler nedeniyle sağlığından olabiliyor.

Güneş gözlüğünün iyi bir koruma sağlayabilmesi için yüksek derecede ultraviyole süzen bir camdan yapılması gerektiğine dikkat çeken uzmanlar; "Güneş, başta göz ve cilt olmak üzere bir takım organlara zarar verir. Son yıllarda ozon tabakasının incelmesi nedeniyle güneşten gelen zararlı ışınların miktarı daha da artmıştır. Bu nedenle, özellikle yaz aylarında güneş gözlüğü takmadan güneşe çıkılmamalıdır" uyarısında bulunuyor.

Özel Bahar Hastanesi Göz Cerrahisi ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Metin Yıldız, güneşin zararlı ışınlarının gözdeki korneayı kurutmasının, kaşıntı, batma, yanma ve kanlanma gibi şikayet ve hasarlara neden olduğunu söyledi. Güneşin zararlı ışınlardan korunmanın en kesin yolunun, özellikle 10.00-15.00 saatleri arasında açık alanlara çıkılmaması ve güneşe maruz kalınmaması olduğunu belirten Dr. Yıldız; "Yaz aylarında sokağa çıkarken, mutlaka güneş gözlüğü takılmalıdır. Güneş gözlüğünün koruyucu olabilmesi için sahte olmaması gerekir. Sahte gözlükler, güneşten gelen zararlı ışıklara karşı gözü korumadığı gibi, aksine göze gelen zararlı ışıkların miktarını artırarak daha da zararlı sonuçlar doğurmaktadır. Sahte gözlük takmaktansa hiç takmamak daha iyidir. Bu nedenle, güneş gözlüğü alırken ve seçerken çok dikkatli olunması gerekir. Gerçek güneş gözlüklerinin ultraviyole ya da mor ötesi ışınları süzdüğüne dair bir sertifikası vardır. Gözlük alırken bu durum soruşturulmalı, ultraviyole ışınlarını süzdüğüne dair sertifikası olmayan güneş gözlükleri alınmamalıdır. Sağlık Bakanlığı, ithal güneş gözlükleri için sertifika mecburiyeti getirmiştir. Gözlük alırken sertifikası ve garantisi olup olmadığı soruşturulmalı ve Sağlık Bakanlığından ruhsatı, firma garantisi olmayan gözlükler alınmamalıdır. Güneş gözlüğünün camı kadar şekli ve yüzde duruşu da önemlidir. Her şeyden önce güneş gözlüğü çerçevesi kişinin yüz yapısına uygun olmalı ve göz çevresini çepeçevre sarmalayarak, gözlere yakın durmalıdır. Güneş gözlüğünün iyi bir koruma sağlayabilmesi için, gözü üstten ve yandan gelen ışınlara karşı da koruması gerekir." dedi.

(Cihan)

17 Haziran 2008 Salı

Üzüm çekirdeği deyip geçmeyin!

Erciyes Üniversitesinde fareler üzerinde yapılan bir araştırma, üzüm çekirdeğinin kanser tedavisinde kullanılan kemoterapi ve radyoterapinin olumsuz etkilerini azalttığını ortaya koydu. AA muhabirinin aldığı bilgiye göre, Erciyes Üniversitesinin çeşitli birimlerinde görev yapan Dr. Aysun Çetin, Dr. Leylagül Kaynar, Dr. İsmail Koçyiğit, Dr. Sibel Kavukçuhacıoğlu, Dr. Recep Saraymen, Dr. Ahmet Öztürk, Dr. Okan Orhan ve Dr. Osman Sağdıç, üzüm çekirdeğinin antioksidan etkisinin kanser tedavisine etkisini araştırdılar.

Erciyes Üniversitesinin geleneksel olarak düzenlediği Gevher Nesibe Araştırma Teşvik Ödülü alan ''Rat karaciğerinde radyasyon ve kemoterapinin yol açtığı oksidatif strese üzüm çekirdeği ekstresinin etkisi'' başlıklı çalışmalar, uluslararası The Turkish Journal Of Gastroenterology ve American Journal Of Chinese Medicine isimli dergilerde yayınlanmak üzere seçildi.

Dr. Aysun Çetin, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kanserin olumsuz etkilerini azalttığı bilinen E ve C vitaminleri ile ilgili çok çalışma yapıldığını, ancak E vitamininden 50 kat ve C vitamininden 20 kat fazla antioksidan özelliğe sahip olduğu bilinen üzüm çekirdeği ile ilgili çalışmaların son 10 yılda yapılmaya başlandığını belirtti.

-FARELERLE DENEY-

Canlıların vücudunda serbest radikaller (oksidan) adı verilen zararlı maddeler ile bu maddeleri ortadan kaldıran maddelerin (antioksidan) denge içinde bulunduğunu ifade eden Çetin, özellikle 25 yaşından sonra bu dengenin olumsuz yönde bozulmaya başlandığını hatırlattı.

Dengenin bozulması ile birlikte artan oksidan etkinin başta kanser olmak üzere birçok ciddi sağlık sorununa yol açtığını kaydeden Çetin, şu bilgileri verdi:

''Kanser oluşumunun engellenmesi için vücutta antioksidan miktarının azalmaması, yaşlanma ile birlikte antioksidan takviyesi yapılması gerekir. Üzüm çekirdeği de antioksidan özelliği çok fazla olan bir maddedir. Bu çalışmada, kanser oluşumunun önlenmesine katkı sağlayan üzüm çekirdeğinin, kanser tedavisi sırasında karşılaşılan olumsuzlukların önlenmesindeki katkısını araştırdık. Kanser tedavisinde kullanılan kemoterapi ve radyoterapi yöntemleri tümörü ortadan kaldırırken saç dökülmesi, iştahsızlık, bulantı veya kusma gibi birçok soruna yol açabiliyor. Araştırmamızda, bu olumsuzlukların nedeni veya sonucu olabilecek oksidan saldırıların ortadan kaldırılmasında üzüm çekirdeğinin katkısını test ettik.''

Üzüm çekirdeği verilen farelerde hissedilir ölçüde yararlı antioksidan maddelerin artışını tespit ettiklerini belirten Çetin, şöyle devam etti:

''Fareler, biyolojik olarak insan vücuduna en çok benzeyen hayvanlardır. Karaciğer ise bir anlamda vücudun laboratuvarıdır. Araştırmamızda denek farelerin karaciğer dokularını inceledik. Üzüm çekirdeği verdiğimiz fare grubunda antioksidan maddelerin hissedilir derecede arttığını belirledik. Hatta, hem ışın hem üzüm çekirdeği verdiğimiz grupta antioksidan maddelerin, hiç ışın verilmeyen ve sadece su verilen kontrol grubundan bile daha fazla düzeyde olduğunu gözlemledik. Üzüm, zaten rahatlıkla tüketilebilen doğal bir besin olduğu için insanlarda da aynı etkileri gösterebileceği sonucuna vardık. Yani, antioksidan özelliği nedeniyle kanser oluşumunu engelleyen üzüm çekirdeğinin, kanser tedavisinde ortaya çıkan olumsuzlukları da azaltabileceğini belirledik. ''

Siyah üzümde antioksidan maddenin daha fazla bulunduğunu hatırlatan Çetin, söz konusu faydalar için üzümün çekirdeği ile birlikte çiğnenerek tüketilmesini tavsiye ettiklerini sözlerine ekledi.

12 Haziran 2008 Perşembe

Karpuzu aç karnına ve çekirdekleriyle tüketin


Sakarya Vatan Hastanesi Başhekimi Dursun Bostancı, karpuzun faydasından tam yararlanmak için aç karnına ve çekirdekleriyle birlikte tüketilmesi gerektiğini söyledi.

Bostancı, karpuz çekirdeği içinde bulunan 'cucurbocitrin' adlı maddenin kan basıncını düşürmeye ve böbrek fonksiyonlarını düzenlemeye yardımcı olduğunu belirtti. Bostancı, "Karpuzun çekirdekleri çok faydalı. Karpuz çekirdeği, midede herhangi bir şikayete sebep olmaz. Ayrıca az miktarda olsa bile barındırdığı likopen maddesi de kalbi enfarktüsten koruyor."diye konuştu.

Karpuzun aynı zamanda iyi bir lif kaynağı olması sebebiyle bağırsak hareketlerini düzenlediğini ve bağırsak kanseri türlerinden koruduğu bilgisini veren Bostancı, "Yağ ve kolesterol içermiyor. Büyük bir kısmının su olması sebebiyle vücudun yaz aylarındaki sıvı kaybını önlüyor. Böbrekleri çalıştırıyor, idrarı düzenliyor. Bol miktarda B ve C vitamini içeriyor, zindelik ve enerji veriyor. Antioksidan özelliği ile kanserden koruyucu etkiye sahip. Karpuz, kilo vermeyi kolaylaştırıyor." şeklinde konuştu. Duran Savaş, Sakarya

Izgara et için iki kere düşünün!

Mangal mevsimi geldi. Kırmızı etler, tavuk göğsü, sucuklar ızgaraya konmayı bekliyor. Yaz mevsimini ızgarada kızarmış et kokusundan ayrı düşünmek çok zor; ancak doktorlardan ciddi uyarı var: Mangalsız bir hayata alıştırın kendinizi.

Amerikan Kanser Araştırma Enstitüsü, herkesi bu alışkanlık konusunda yeniden düşünmeye davet etti. Enstitü tarafından yayınlanan raporda yapılan 7 bin ayrı çalışmada da, ister beyaz et, ister kırmızı et isterse de balık eti olsun, ızgarada kızartılan etlerin potansiyel kanserojen etkisi olduğunun saptandığı vurgulandı.

Enstitünün mangal ateşi yakmaktan vazgeçemeyeceklere tavsiyesi ise şu; Et yerine, sebze ya da meyve kızartın. Yüksek ısıda kızartılan kırmızı et, kümes hayvanı eti ya da balık etindeki proteinler, heterosiklik amino asit üretiyor.

Heterosiklik amino asit, kanserojen madde olarak kabul ediliyor. Mangalla birlikte vücudumuza katma ihtimali bulunan diğer kanserojen madde ise etteki yağ ve suların damladığında ya da sıcak ızgaraya konulduklarında çıkan ve ete de sinme ihtimali bulunan dumanın içerdiği çok halkalı aromatik hidrokarbonlar.

New Jersey Kanser Enstitüsü diyetisyen uzmanlarından Maureen Huhmann, insanları ızgara etten uzak durmaları konusunda uyarmaya çalıştıklarını anlatarak, "Izgara et yemeyi, nadiren yaptığınız bir şeye dönüştürün. Eğer ızgarada pişmiş bir şey yiyecekseniz de en azından yediğiniz ette siyah ya da yanık olmadığından emin olun." uyarısında bulunuyor.

Salamda sosiste kanser riski var Amerikan Kanser Enstitüsü, korunmuş etler konusunda da özel uyarıda bulunuyor. Rapor, sosis, sucuk, salam, burger, bacon gibi, tuzlanıp, tütsülenip pişirildikten sonra paketlenen et ürünlerinden uzak durulmasını da tavsiye ediyor. Eti uzun süre korumak için kullanılan kimyasallar, vücutta kanserojen etkilere sebep olabiliyor. Uzmanlar, kırmızı etin, özellikle de sosis gibi işlenmiş kırmızı etlerin, bağırsak kanserine yol açtığını ortaya koyuyor.

Mangalda kanser riskini azaltma yolları

  • Izgara süresini azaltın. Eti ızgaraya koymadan önce fırında bir süre pişirin.
  • Et suyunun ateşe düşerek kanserojen etki yapabilen duman üretmesini engelleyin.
  • Asla kararmış ya da yanık et yemeyin.
  • Pişmesi daha kısa zaman tutan, şiş kebap gibi küçük parçalı etleri tercih edin.
  • Yağsız et, daha az damlar, daha az duman çıkarır.
  • Isı kaynağı ile etleri koyduğunuz ızgara zemini arasında en az 15 santimetre mesafe bulunsun.

Sigara, ömürden en az 5 yıl çalıyor


Sigaranın, gerek kadınlarda gerekse erkeklerde ömürden en az beş yıl çaldığı bildirildi. ABD Sağlık Bakanlığı'na bağlı bir kuruluşta görevli doktor Lisa Schwart tarafından yürütülen ve Amerikan Kanser Enstitüsü'nce yayımlanan araştırmaya göre, sigara içen erkekler arasında 60 yaşından sonra akciğer kanserinden ölme riski, kalp-damar hastalıklarından ölme ihtimalinden daha yüksek.

Buna mukabil, sigara içmemiş erkeklerin hangi yaşta olurlarsa olsunlar, kalp-damar hastalığından ölme ihtimali; akciğer, kalın bağırsak veya prostat kanserinden ölme ihtimalinden daha fazla. Araştırmaya göre, sigara tiryakisi erkeklerin prostat ve kalın bağırsak kanserinden ölme ihtimali de 10 kat artıyor. Kadınlarda ise sigara içenler arasında akciğer kanseri veya kalp-damar hastalıklarından ölme riski, 40 yaşına kadar meme kanserinden ölme ihtimalinden çok daha yüksek. Sigara içmeyen kadınlar arasında ise kalp-damar rahatsızlıklarından ölme riski, 60 yaşına kadar meme kanserinden ölme riskine eşit.

Araştırma, hangi yaşta ve hangi nedenden olursa olsun, erkeklerin ölüm riskinin kadınlarınkinden biraz daha yüksek olduğunu da gösterdi. Washington, aa

Sınava hazırlanan öğrenciler günde en az 1,5 litre su içmeli


Sıcak havalarda artan terleme sonucu vücuttaki sıvı oranının düşmesi konsantrasyonu azaltıyor. Sıvı dengesinin bozulması da matematiksel zekada gerileme, vücutta halsizlik, ezber yeteneğinde ve hafızada zayıflama gibi sorunlara sebep oluyor.

Konya Özel Selçuklu Hastanesi diyetisyeni Mevra Çimili, özellikle öğrencilerin günde en az 1,5 litre su içmesi gerektiğini ifade ederek, terlemeyi azaltmak için hava dolaşımına imkân sağlayan keten türü giysileri önerdi.

Gençleri, hayallerini süsleyen üniversiteye taşıyacak Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) önümüzdeki hafta sonu yapılacak. Önemli sınavların hava sıcaklıklarının iyice arttığı döneme denk gelmesi, su tüketiminin önemini bir kat daha artırıyor. Diyetisyen Mevra Çimili, yaz mevsiminde vücutta terle atılan su miktarının neredeyse iki katına çıktığını söylüyor. Vücuttaki sıvılarda yüzde 2'lik bir azalmanın dikkat dağınıklığına sebep olduğunu vurgulayan Çimili, "Sıvı dengesindeki bozulma konsantrasyonu azaltır. Matematiksel zekada bozukluk, halsizlik, ezber yeteneği ve hafızada zayıflama gibi sorunlara neden olur." diyor.

Terlemeyle ortaya çıkan sıvı açığının ancak suyla dengelenebileceğini dile getiren Çimili, vücuttaki sıvı açığını gidermek için öğrencilere günde en az 1,5 litre su içmeleri tavsiyesinde bulunuyor. Vücuttaki su miktarının dengede tutulmasının hayati önem taşıdığını aktaran Çimili, gıdalarla alınan suyun, insanın ihtiyacının sadece beşte birini karşılayacağını anlattı. Çay, kahve ve kolalı içeceklerin insanın sıvı ihtiyacını gidermekten çok, kaybı daha da artırdığını söyleyen Çimili, bu nedenle sınavlara hazırlanan öğrencilerin bunlardan uzak durmasını istedi.

Suyun faydaları neler?

Su, besinlerin sindirimi, emilimi ve hücrelere taşınmasında rol alır. Sindirim sonucu oluşan toksinlerin taşınmasında ve atılmasında görev alır. Cildin nem dengesini sağlayarak cildi güzelleştirir. Sesi güzelleştirir. Vücut sıcaklığını korur. Eklemlerin kayganlığını sağlar. Vücuttaki elektrolit dengesini korur. Böbreklerin çalışmasını hızlandırır. Kabızlığı önler. Bağırsak kanserine karşı koruyucudur. Emziklilik döneminde süt üretimini artırır.

5 Haziran 2008 Perşembe

Dişeti hastalıkları kanser habercisi

Dişeti hastalıklarının kanser habercisi olabileceği belirtildi.

İngiltere’deki “Imperial College London” tarafından 50 bin erkek üzerinde yapılan araştırmada, dişeti hastalıkları yaşayanların akciğer, böbrek, pankreas ve kan kanserine yakalanma ihtimalinin daha yüksek olduğu belirlendi. Dişeti hastalıklarına sahip olanların kansere yakalanma riskinin ortalama yüzde 14 daha fazla olduğu tespit edildi.


Dişeti sorunlarının, böbrek ve pankreas kanseri riskini yüzde 50, kan kanseri riskini yüzde 30, akciğer kanseri riskini ise üçte bir oranında artırdığı belirtildi.


Araştırmanın bulgularını “Lancet Oncology” dergisinde yayımlayan bilim adamları, dişeti hastalıklarının bağışıklık sisteminin zayıf olduğunu gösterdiğini, zayıf bağışıklık sisteminin de kanser riskini artırdığını belirtti.

Kene ısırmasındaki en önemli şey...

Havaların ısınmasıyla birlikte yeniden gündeme gelen Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) hastalığına neden olan kene ısırmalarında, ısırığa zamanında müdahalenin kişilerin enfekte olmamaları açısından hayati önem taşıdığı bildirildi.

Uludağ Üniversitesi Veteriner Fakültesi Parazitoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Levent Aydın, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kenelerin tüm dünyada tropik ve subtropik kuşakta gerek kan emerek, gerekse birçok hastalık etkeninin taşıyıcısı olarak hayvan ve insanları tehdit eden önemli parazitlerden olduğunu söyledi.

Direkt etkileriyle kene felci, terleme hastalığı, anemi ve toksemiye neden olan kenelerin Türkiye'de mekanik ve biyolojik taşıyıcı olarak brucella, veba, salmonella, listeriosis, mavi dil, lyme, KKKA gibi hastalıkların etkenlerini de bulaştırdıklarını anlatan Aydın, ''Keneler aynı zamanda naklettikleri etkenlerin bazılarını kendi nesillerine aktararak enfeksiyonların nesiller boyu devam etmesine ve ciddi boyutlara ulaşmasına neden olmaktadırlar'' dedi.

Aydın, günümüzde dünyada 3 aileye bağlı 20 soyda 860 kene türünün saptandığını, Türkiye'de ise 2 aileye bağlı 10 soyda yaklaşık 32 kene türü tespit edildiğini dile getirdi. Yumurtlamayı takip eden her dönemde kan emmek zorunda olan kenelerin, türlere göre farklı olmakla birlikte, 800-900 ile 15 bin arasında yumurtlayabildiklerini anlatan Aydın, son yıllarda Türkiye'de çok sayıda insanın ölümüne yol açan KKKA hastalığının görülmesinin keneleri daha güncel hale getirdiğine dikkati çekti. Aydın, ''son 10 yılda önce lyme hastalığının ülkemizde görülmesi, sonra KKKA olgularının ortaya çıkması ve ölüm olaylarının tespit edilmesi, ülkemizin, bulunduğu coğrafi kuşakta ciddi bir tehdit altında olduğunu göstermektedir'' dedi.

-KKKA'YI 7 KENE TÜRÜ TAŞIYOR-

Prof. Dr. Aydın, son 6 yıl içinde Türkiye'de görülen ve her yıl belli mevsimde tekrarlayan KKKA'nın, kenelerle taşınan ''Bunyaviridae-Nairovirus'' kaynaklı bir hastalık olduğuna işaret ederek, bu hastalığa neden olan virüsün 30'a yakın kene türünde tespit edilmesine karşın, 7 kene türünün aktif taşıyıcı olduğunu belirtti.

Kenelerin bir vücut bölgesini ısırmadan önce bölgeye lokal aneztezik benzeri bir madde salgıladıklarını, bu nedenle can yakmayan ısırığın, vücutta kene görülememesi halinde ilk 24-48 saatte fark edilmediğine işaret eden Aydın, şunları kaydetti:

''Kene ısırığının süresi hastalığın bulaştırılması açısından önemlidir. Keneler ilk 12-16 saat içinde taşıdıkları hastalık etkenlerini hemen bulaştıramazlar. Bu nedenle kene ısırığını gören kişiler hemen en yakın sağlık kuruluşuna başvurup keneyi vücuttan uzaklaştırmalıdır. Çalılık, su kenarları ve gür otların bulunduğu alanlara giren insanlar pantolon paçaları çorap içinde olacak şekilde ve uzun kollu giymeli. Bu bölgelere giren insanlar daha sonra başta koltukaltı ve kasık bölgeleri olmak üzere tüm vücutlarını kontrol etmeli. Vücutta keneye rastlanırsa hemen sağlık kuruluşuna başvurmalı, kene ezilmemeli, yapay ısı uygulanmamalı, keneyi uzaklaştırmak için herhangi bir kimyasal madde uygulanmamalıdır. Keneler hekim kontrolünde çıkarılmalı. Çıkarılan kene tür teşhislerinin yapılmasında, hastalığın hızlı tanısında ve diğer hastalıklardan ayırıcı tanıda son derece önemlidir. Bu nedenle konunun uzmanlarına başvurulmalıdır.''

-KIRSAL ALANLARDA RİSK DAHA FAZLA-

Levent Aydın, kene ısırması açısından kırsal kesimlerin daha riskli olduğunu, bu nedenle meralar ve piknik alanlarının kontrol edilerek ilaçlanması, bu alanlardaki uzun otların biçilmesinin son derece önelli olduğunu vurguladı.

Ahır ağıl ve hayvan barınaklarının sıvalı olmasının, kenelerin barınabileceği çatlakların kapatılmasının önemine değinen Aydın, bazı örümcek, karınca ve kuş türlerinin kene ve yumurtalarını yok ettiklerini, bu nedenle özellikle ahır ve kapalı alanlarda bulunan bu canlılara ait yuvaların bozulmaması gerektiğini sözlerine ekledi.

Beyin tümörüne karşı aşı geliştirildi

Beyin tümörü türlerinin en sık rastlanan ve en tehlikelisi olan "glioblastoma" tümörü hastalarının yaşam süresinin, bir aşıyla 2 katına çıkarılabildiği bildirildi.


Kuzey Carolina'daki Duke Üniversitesinden John Sampson, Amerikan Klinik Onkoloji Birliği'nin (ASCO) Chicago'da düzenlenen 44. yıllık konferansında bu aşının testleri hakkında bilgi verdi.

Aşının ileri derecede "glioblastoma" tümörü hastası olan 23 kişi üzerinde denendiğini belirten Sampson, bu kişilerin teşhisin konulmasından sonra 33 ay yaşadıklarını söyledi.

Sampson'a göre, bu tümörün görüldüğü, şu anki standart uygulamayla tedavi edilen hastalar ortalama 14 ay yaşayabiliyor.

Aşıyla ilgili araştırmada, aşının tümörün tıbbi müdahaleyle alındıktan sonra yeniden ortaya çıkmasını da geciktirdiği ortaya çıktı. Aşılanan hastalarda tümörün ortalama 16,6 ay sonra yeniden ortayla çıktığı, aşılanmayanlarda ise ortalama 6 ay sonra tekrar görüldüğü kaydedildi.

Amerikan Avant Immunotherapeutics Inc. şirketi tarafından üretilen ve Pfizer şirketi tarafından ticari hakları satın alınan aşının, vücudun bağışıklık sistemini, tümörle mücadele etmesi için canlandırdığı belirtildi.

"Glioblastoma" tümörü görülen hastaların yüzde 50'sinin, hastalığın teşhisinin konulmasından sonra 1 yıl içinde hayatını kaybettiği, çok azının 3 yıldan fazla yaşadığı belirtiliyor.


(aa)

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Sivilcelerinizden diş macunuyla kurtulun

Çok basit formüllerle daha güzel görünmek mümkün. Örneğin diş macunu yardımıyla sivilcenizi küçültebilir, sirke sayesinde de parlak saçlara kavuşabilirsiniz..
Akan makyajınızı düzeltin
Makyajınızı yeniden yapmak için zamanınız yoksa, bir kulak pamuğunu makyaj temizleyicisine batırın ve makyajınızın yalnızca akmış veya bulaşmış bölgelerini silin.

Tırnağınızı yapıştırın
Kırıldığı zaman tırnağınızı koparmak yerine, bir damla japon yapıştırıcısını kırıldığı yere damlatın. Üzerine en sevdiğiniz ojeden yoğun bir tabaka sürün. Kırık çizgiyi kamufle etmek için kırmızı, bordo veya mercan gibi mat renkleri tercih edin.

Kırmızı ruju dağıtmayın
Kırmızı ruju ovalayarak çıkarmak, rujun ağız çevresine dağılıp, kötü görünmesine sebep olur. Bunun yerine, küçük bir makyaj pamuğunu veya kağıt mendili makyaj temizleyicisine batırıp rujunuzu silmeniz daha uygun olacaktır.

Kaşlara göz kremi...
Yoğun bir göz kremini kaşlarınıza uygulayarak onları da nemlendirmeniz mümkün. Ayrıca kepeğe benzeyen o beyaz zerreciklerden de kurtulmuş olursunuz.

Çözüm kabartma tozunda
Uyguladığınız bir otobronzan sonrasında cildinizde çizgiler meydana geldiyse, banyo lifinin üzerine koyacağınız bir miktar kabartma tozu ile cildinizi ovarak bu çizgilerden kurtulabilirsiniz.

Fırçanıza saç spreyi sıkın
Saçlarınızı kuruttuktan sonra fırçanızın üzerine bir miktar saç spreyi sıkın ve saçınızı tarayın. Böylelikle saçlarınız kaskatı olmadan hacmini ve parlaklığını koruyacak.

Dişlere ağız gargarası
Eve geç geldiğiniz gecelerde kendinizi dişlerinizi temizleyemeyecek kadar yorgun hissediyorsanız, ağzınızı bir gargara ile çalkalayın. Ardından kuru diş fırçanızla diş etlerinizin dişlerinizle buluştuğu noktaları hafifçe fırçalayın.

Bebek yağıyla nemlenin
Parlak ama çok yağlı görünmeyen bacaklara sahip olmak için günlük vücut nemlendiricinizin içine bir damla bebek yağı ekleyin.

Bitki yağından yararlanın
Tırnakların etrafını çevreleyen ölü derilerin sertleşip şeytan tırnağına dönüşmemesi için, bu bölgelere bir miktar kayısı yağı damlatın.

Uçuğa çözüm kremde
Uçuğun çıkmaya başladığını hissettiğinizde, üzerine bir miktar nemlendirici sürerek daha kötü bir hale gelmesini önleyebilirsiniz.

Göz kalemi donsun
Göz kaleminizin ucu uygulama sırasında dağılıyorsa, onu 15 dakikalığına buzluğa koyun. Çıkardığınızda ucunun sert olduğunu ve cildinizde rahatça hareket ettiğini göreceksiniz.

Sivilceye macun
Sadece bir bezelye büyüklüğünde uygulayın. Diş macunu sivilcenin yağını emerek daha fazla büyümesini engeller. 15 dakika sonra yüzünüzü yıkayın.

Kaşlarınızı fırçayla tarayın
Kullanılmamış nemli bir diş veya kaş fırçasının üzerine saç spreyi sıkarak kaşlarınızı rahatça düzleştirip şekle sokabilirsiniz.

Koltuk altınıza peeling
Eğer koltuk altlarınız kuruyor ve pul pul dökülüyorsa narin bir vücut peeling'i ile bu bölgeyi yumuşatabilirsiniz.

Pişik kremi iyi gelir
Çatlak dirsek ve ayak topuklarınızı yumuşatmak için bu bölgelere yoğun bir tabaka halinde pişik kremi uygulayın.

Kirpiklerinizi yumuşatın
Gözlerinize makyaj yapmadan ilgi çekmek için, kirpiklerinizin ucuna birkaç damla vazelin uygulayıp, tarayın. Böylece seksi ve parlak bakışlara sahip olacaksınız.

Sirkeyle parlak saçlar
Bir ölçek sirkeyi dört ölçek sodayla karıştırın ve saçınızı bu karışımla ıslatıp, 15 dakika bekleyin. Böylece istediğiniz parlaklığa kavuşabilirsiniz.

Saç kremiyle tıraş
Tıraş köpüğünüz bittiyse onun yerine saç kremi kullanabilirsiniz. Bu krem, tüylerinizi yumuşatır.

17 Mayıs 2008 Cumartesi

Cep telefonları beyinde tümöre neden oluyor

İsveçli Prof. Kjell Hansen Mild, o çok merak edilen soruya kendi araştırması sonrası cevap buldu: Cep telefonları çok tehlikeli, beyinde tümöre ve kansere sebep oluyor.

İsveç'teki Umea Üniversitesi'nde çalışan Prof. Kjell Hansen Mild, cep telefonlarının beyinde tümöre neden olduğunu ve kansere yol açtığını ileri sürdü.

İsveç'in yüksek tirajlı gazetelerinden Aftonbladet'te yer alan habere göre, Umea Üniversitesi profesörlerinden Mild, araştırmalarının cep telefonu kullanımının kansere yol açtığını ortaya koyduğunu söyledi.

Cep telefonlarının çok tehlikeli olduğunu, beyinde tümöre ve kansere sebep olduğunu iddia eden Mild, mecbur kalmadıkça cep telefonu kullanılmaması uyarısında bulundu. Mild, cep telefonu satıcılarında riskin çok yüksek olduğunu belirtti.

Prof. Mild, 10 yıl içinde devamlı cep telefonu kullananların beyin kanserine yakalanma oranlarının, cep telefonu kullanmayanlara oranla 2 kat arttığını öne sürdü. Cep telefonlarında radyasyon oranlarının düşürülmesi gerektiğini vurgulayan Mild, vatandaşlara hiçbir zararı olmayan ev ve büro telefonlarını kullanılmalarını tavsiye etti.

Yeşil çayın yararları

Mustafa Bilsel'i herkes "Çay Dede" olarak tanıdı. Hayatını çaya adamış olan Çay Dede, yeşil çayı ve insan sağlığına olan faydalarını sıraladı. Antioksidan yeşil çayda neler var neler:

Yeşil çay siyah çayla aynı bitkiden - Camellia sinensis'den - elde ediliyor.. Farklılık, işleme tekniğinden kaynaklanıyor. Yeşil çay yaprakları siyah çaya göre çok daha az işlem görüyor.

Yeşil çayın kafein içeriği ise siyah çaydan düşük. Yeşil çay bitkisinin yaprakları, daha az isleme tabi tutulduğu için, yeşil rengini kaybetmeden koruyor. Siyah çay bir parçalanmaya ve fermentasyona maruz kalırken, yeşil çay buharla ısıtılarak enzimlerinin denatüre edilmesi ile bu parçalanmaya ve etkili antioksidan maddelerinin azalmasına karşın korunmuş oluyor.

YEŞİL ÇAYA İLGİ GİDEREK ARTIYOR

Yeşil çay, yumuşak içimli, siyah çaya göre daha az buruk ve aromatik bir çaydır. Aroması siyah çaya oranla daha yoğun olduğundan, içim kolaylığı için bergamot, limon gibi lezzetlerle harmanlanarak içimi daha keyifli hale getirilmektedir. Özellikle bergamotun hoş kokusu, yeşil çaya çok yakışıyor.
Yeşil çay, doğal bir antioksidan kaynağı. Yeşil çayın dünyada ve Türkiye'de popülaritesi her geçen gün artıyor.

Yeşil çayın vücut üzerinde olumlu etkilerinin bulunması son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalarla kanıtlandı.

Güçlü antioksidan etkisiyle hayatımıza giren Doğuş Yeşil Çay, hem eşsiz bir keyif hem de sağlık vaat ediyor.

Uzmanlar yeşil çayın faydalarını saymakla bitiremiyor

Farklı kültürlerin mucizevi içeceği olarak ünlenmiş Yeşil Çay, içerdiği yüksek orandaki antioksidanlar sayesinde vücudu toksinlerden arındırmaya, daha zinde hissetmeye yardımcı oluyor. Güçlü antioksidan etkisiyle hayatımıza giren Yeşil Çay’ın, vücudun bağışıklık sistemini güçlendirme özelliği ve başta kanser olmak üzere birçok hastalığın önlenmesinde etkisi olduğu biliniyor.

Tümöre 'yapışıyor'

Japon bilim adamları, yeşil çaydaki bir maddenin kanser hücrelerine yapışarak tümörlerin büyümesini durdurduğunu belirlemiştir. Japon Kyushu Üniversitesi'nden Hirofumi Tachibana ve ekibi, yeşil çaydaki anti-kanserojen özelliği olan maddenin nasıl etki ettiğini ilk kez saptadı. Bilim adamları, Epigallocatechin - Gallat (EGCG) maddesinin kanser hücrelerinin yüzeyindeki bölgelere yapıştığını gözlemledi.

YEŞİL ÇAY ARTIK DAHA LEZZETLİ OLDU

Her farklı çay türünün kendine özgü içim özelliği var. Doğuş Çay Kalite Müdürü Mustafa Bilsel yani Çay Dede, “tüketicinin damak zevkine uygun ürünü sunmanın büyük önem taşıdığına dikkat çekerek şunları anlatıyor:

“Siyah çay, özellikle ülkemiz için çok geleneksel ve kültürel bir içecek. Misafirperverliğimizin sembolü, keyifli sohbetlerimizin en önemli parçalarından biridir. Diğer çay türlerinin siyah çaya kolay kolay rakip olabileceğini tahmin etmiyorum. Yeşil çay tüketimi bu aşamada Türk damak zevkine yeni yeni sunulmaya başlanmıştır.

Biraz evvel bahsettiğim gibi yeşil çay, siyah çaya nazaran içerdiği antioksidan bileşikler nedeniyle, sağlık yönünden bir dereceye kadar tercih edilme sebebi olmuştur. Bu açıdan tüketimi henüz sınırlı da olsa, tercih edilmeye başlandığı doğrudur. Zaten bu öngörü ile Doğuş Çay, 2004 yılında Türkiye’de üretilen yaş yapraktan, yeşil çay üretmeye başlayan iki firmadan biridir.”

Yeşil çayın tüketiminin son zamanlarda artmaya başladığına da dikkat çeken Mustafa Bilsel’e göre siyah çay tutkunlarının yeşil çaya geçmesi, içim keyfi açısından biraz zor olabiliyor. Bu nedenle Doğuş Çay, ‘yeşil çayın lezzetlisi’ başlığı altında topladığı yeşil çay ürünlerini, doğal bitki ve meyvelerle harmanlamak suretiyle lezzetlendirerek, Türk damak zevkine daha uygun hale getiriyor. Doğuş Çay’ın şu anda piyasada limonlu, bergamutlu, tarçınlı-karanfilli ve sade olmak üzere dört çeşit yeşil çayı bulunuyor.

ÇAY DEDE KİMDİR?

2006 yılından bu yana Doğuş Çay ile birlikte çalışan Türkiye'nin 'Çay Dedesi' Mustafa Bilsel, henüz küçük bir çocukken tanıştığı çayla ilgili bilgi birikimini bir süreden beri Doğuş Çay için kullanıyor. Rizeli Bilsel, 1950'li yıllardan bu yana çay işiyle ilgileniyor.

Bir dönem Çaykur Çay Araştırma Enstitüsü'nde çalışan Bilsel, Türkiye'de ilk kez Tomurcuk Çayı'nı da keşfeden isim olarak tanınıyor. 40 yıllık mesleki birikimi ve fiziksel özelliklerinden ötürü kendisine 'Çay Dede' dendiği söyleyen Bilsel, bu tanımlamadan dolayı çok hoşnut olduğunu dile getiriyor.

ÇAYLA YOLLARI NASIL KESİŞTİ?

Çay Dede, kendini şöyle anlatıyor:

"1949 yılında Rize'de doğdum ve çayın Türkiye'deki geçmişiyle aynı yaşlarda sayılırım. 1950'li yılların sonlarına doğru, aileme ait bahçesinde, çay üreticisi olarak bu işle ilk kez ilgilenmeye başladım.

1968'de, üniversite yıllarında staj çalışmaları dolayısıyla, Çaykur Çay Araştırma Enstitüsü'ne girdim. Çayda gübreleme ve klonal seleksiyon bölge çalışmalarında stajyer öğrenci olarak başlayan çay serüvenim, okul sonrasında, aynı iş yerinde devlet memuru olarak göreve başlamamla devam etti. Bu görevle birlikte başlayan akademik çay serüvenim ise; 1985 yılına kadar aynı iş yerinde biyokimya şube müdürlüğünde, çayla ilgili değişik konularda araştırmalarla sürdü.

1985 yılında çayın özel sektöre açılmasıyla özel sektöre geçtim. 1985- 2006 yılları arasında yaş çay, paketleme ve kalite kontrol müdürlükleri görevlerinde bulundum.



www.ekoyol.com

Bilgisayar kullanırken gözünüzden olmayın

Bilgisayar ekranlarının sürekli titreşen yapıda olmaları ve saniyede 40-80 kez yanıp sönüyor olmasının, bilgisayar başında fazla kalınması halinde görme güçlüğüne, göz yorgunluğuna ve göz kurumasına neden olabiliyor. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ümit Kamış, bilgisayar ekranlarının sürekli titreşen yapıda olmaları ve saniyede 40-80 kez yanıp sönüyor olmasının, bilgisayar başında fazla kalınması halinde görme güçlüğüne, göz yorgunluğuna ve göz kurumasına neden olabildiğini söyledi.

Doç. Dr. Kamış, AA muhabirine yaptığı açıklamada, televizyon ve bilgisayarların yaygınlaşmasıyla gözle ilgili rahatsızlıkların ciddi oranda artış gösterdiğini söyledi.

Yüzyılın en yaygın meslek hastalıklarından biri olan ''Bilgisayara bakma sendromu''nun her geçen gün yayıldığını ifade eden Doç. Dr. Kamış, gözlerde ağrı, yorgunluk, rahatsızlık, kızarıklık, bulanık görme, çift görme gibi belirtileri olan hastalığın bilgisayar kullanıcıları arasında yaygınlığının yüzde 88,5 olduğu belirtti.

Doç. Dr. Kamış, bilgisayara bakma sendromunun modern dünyanın yarattığı yeni bir durum olduğunu vurgulayarak, şunları kaydetti:

''Yani bilgisayara bakma sendromu, halk arasındaki ifadeyle gözü bozmaz. Ancak genellikle 60-80 santimetre mesafeden ekrana bakılıyor olması ve saatlerce çalışılıyor olması, bazen kırılma kusurlarının kendini hissettirmesine neden olur. Bunun dışında bilgisayar ekranlarının sürekli titreşen yapıda olmaları ve saniyede 40-80 kez yanıp sönüyor olması, görme güçlüğüne, bu da dikkatle izlemekte olan kişilerde göz yorgunluğuna ve göz kurumasına neden olur. Normalde 12-16 defa olan dakikadaki göz kırpma sayısının dikkatli bakış sırasında 5-6 defaya kadar düşmesi, kırpma yoluyla gözümüzün kurumasını önleyen mekanizmayı yavaşlatır.''

Büro gibi klimalı ortamlarda göz yaşı buharlaşma hızının artması ve ortam neminin azalmasının da göz yüzeyinin kurumasını artırıcı diğer bir faktör olduğunu belirten Doç. Dr. Kamış, bilgisayar kullanıcılarının göz yorgunluğu ve göz kurumasını önlemek için ekran başında uzun süre durmaması gerektiğini bildirdi.

-BİLGİSAYAR KULLANIRKEN-

Doç. Dr. Ümit Kamış, uzun süre ekran başında kalmak zorunda olanların da bilgisayar ekranının üst seviyesinin, göz seviyesini aşmamasına özen göstermesi ifade ederek, şunları söyledi:

''Bu sayede gözümüz çalışma sırasında hafifçe aşağı bakar pozisyonda olacak, bu durum kapak aralığının bir miktar dar kalması yoluyla göz yaşının buharlaşabileceği göz yüzeyini azaltacaktır. Ekrana 60-80 santimetre mesafeden bakan bir kişi için ekran boyu ile ekran çözünürlüğü dengesi de çok önemlidir. 14 inç ekran boyutu için 640x480, 15 inç ekran boyutu için 600x800, 17 inç ekran çözünürlüğü için 1024-768 ideal seçimdir. Bu durum görüşü çok daha kolaylaştırır. Ayrıca dikkatli çalışma ve keskin görüş çabası, göz kırpma sayısını istemsiz olarak düşürecektir. Bu nedenle 45 dakika ekran karşısında geçirildiğinde, 15 dakika süreyle daha az görsel dikkat gerektiren bir işlev yapılacak şekilde ara verilmelidir.''

Bunun dışında bilgisayarın bulunduğu mekanın havasının mutlaka belli aralıklarla nemlendirilmesi gerektiğini belirten Doç. Dr. Kamış, ekran filtresi kullanmanın da bir diğer koruyucu önlem olduğunu bildirdi.

13 Mayıs 2008 Salı

Zayıflamak isteyenlere kötü haber!

Kilolarından kurtulmak için sıkı bir diyete girip kilo vermek isteyenlere, bilimden kötü haber. Ne kadar diyet yapılırsa yapılsın, vücuttaki yağ depolayan hücrelerin sayılarının değişmediği bildirildi. İngiliz yayın kuruluşu BBC'nin İsveç'teki Karolinska Institute'da görevli bilim adamlarının çalışmalarına dayanarak verdiği habere göre, yağ hücrelerinin sayısı, adolesan döneminde belirleniyor ve gelecekte bir obezite gelişmesine bağlı olmaksızın aynı kalıyor.

Nature dergisinde yayınlanan araştırma, çok büyük miktarlarda kilo kaybeden ve buna rağmen yağ hücreleri sayısında çok küçük bir değişiklik olan hastaları ele aldı.

Yapılan araştırmanın, yağ hücreleri hiçbir yere kaybolmadıkları ve hep daha fazlasını istedikleri için, kilo vermenin ve o kiloda kalmanın neden bu kadar zor olduğunu açıkladığı kaydediliyor.

Bir İngiliz bilim adamının ise, sağlıklı kalmak için yediklerine dikkat etmenin ve egzersiz yapmanın hala anahtar unsur olduğunu belirttiği bildiriliyor.

En çok Türkler’de görülen hastalık


Alveoler mikrolitiazisin Türkçe karşılığı yok, ama hastalığa ‘akciğerlerin ufak tefek taşları’ demek mümkün. Bize ne bundan demeyin çünkü bu hastalık en çok bizde görünüyor

Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta'nın yazısı


Bugün sizlere adını ilk defa duyacağınız oldukça nadir rastlanan bir hastalıktan bahsedeceğim. Bu hastalık ‘alveoler mikrolitiazis’.

Alveoler mikrolitiazisin Türkçe bir karşılığı yok, ama bu hastalığa ‘akciğerlerin ufak tefek taşları’ gibi bir isim vermek pek de yanlış olmaz sanırım. Çünkü, alveol tıp dilinde akciğer dokusundaki hava keseciklerinin adı. Mikro, málûmunuz çok küçük demek; litiazis ise taş mánasında bir kelime. Buna göre, alveoler mikrolitiazis akciğer keseciklerinin küçük taşları demek oluyor.

Bize ne bu hastalıktan demeyin, çünkü bu hastalığın çok önemli bir özelliği var. O da, tüm dünyada ‘en çok Türkler’de görülen bir hastalık’ olması, fakat Türkler’de neden sık görüldüğünün mákûl ve mantıklı bir açıklaması yok.

Akciğerlerdeki hava keseciklerinin içinde sayısız, minik küçük taşların oluşumu ile karakterize bir hastalık olan alveoler mikrolitiazis, ilk kez 1918 yılında tanımlanmış ve bugüne değin 500’e yakın kişide bu hastalığın saptandığı bildirilmiştir. Hastalık en çok Türklerde görülmekte, onları İtalyan ve Amerikalılar izlemektedir.

Alveoler mikrolitiazise, yediden yetmişe her yaştan insanda rastlanabiliyor. Prematüre bebeklerde görülebildiği gibi, 80 yaşında da tanındığı bildirilmiştir, ama en çok 30-50’li yaşlarda saptanıyor. Erkeklerde daha çok görülüyor. Hastalığın ailesel bir özelliği var, özellikle kardeşlerde sık rastlanıyor.

Sebebi belli değil

Alveoler mikrolitiazis 80 yıldan fazla zamandan beri tanınan bir hastalık olmasına rağmen sebebi bilinmemektedir. Akciğerlerde oluşan minik taşlar büyük ölçüde kalsiyum ve fosfordan oluşur, fakat hastalarda ne

kalsiyum ne de fosfat metabolizmasında bir bozukluk yoktur. Bulaşıcı bir hastalık da değildir.

Öksürük ve nefes darlığı

Erken dönemdeki hastaların önemli bir şikáyeti yoktur. Bir çok hastaya başka bir sebeple çekilen akciğer röntgeninde görülen bulgularla tanı konur.

En çok rastlanan belirtiler öksürük ve ilerleyici nefes darlığıdır, ancak bunlar hastalığın ilerlemiş evrelerinde ortaya çıkarlar. Bazı hastalarda öksürükle beraber balgam ya da küçük kanamalar da görülebilir. Göğüs ağrısı olabilir.

Hastalık iyice yaygınlaştığında, bacaklarda şişme, karaciğerde büyüme, karında sıvı toplanması, boyun damarlarında genişleme, tırnak ve dudaklarda morarma gibi sağ kalp yetersizliği bulguları ortaya çıkar. Nefes darlığı oturur durumda bile vardır.

Alveoler mikrolitiazis, çok yavaş seyirli bir hastalıktır. Tanısı 80 yaşında konan hastalar da bunun en iyi kanıtıdır. Hastalar, genellikle tanı konduktan ortalama 30 yıl kadar sonra solunum ya da sağ kalp yetersizliği yüzünden kaybedilir.

Teşhisi çok kolay!

Alveoler mikrolitiazis tanısı tipik hastalarda çok kolaydır. Bir çok hastada akciğer röntgenindeki bulgular başka hiçbir hastalıkla karışmayacak kadar tipiktir. Röntgende, tüm akciğer alanlarında, sayılamayacak kadar çok, ince kum taneleri şeklinde beyazlıklar vardır. Taşların büyüklükleri 1 milimetreden daha küçüktür. Bu bulgular akciğer tomografisinde daha belirgindir.

Akciğer röntgeni ile kesin teşhis konamayan durumlarda bronkoskopi ile biyopsi yapılması gerekir.

Bazı hastaların balgamlarında küçük taş taneciklerine rastlanabilir.

Laboratuar bulguları tipik değil

Hastalığa ait tipik bir kan bulgusu yoktur. Bir çok hastada sedimantasyon ve kanda gama-globülin düzeyleri yüksek bulunur.

Solunum fonksiyon testlerinde akciğer kapasitesinin azalmış olduğu saptanır. İlerlemiş evrede kanda oksijen basıncı da düşük bulunur.

Kesin bir tedavisi de yok

Hastalığın kesin bir tedavisi yoktur. Bazı hastalarda denenen ‘bronko-alveoler lavaj’ın yani akciğerlerin serumla yıkanmasının tedavi bakımından bir yararı olduğu gösterilememiştir. Kortizon tedavisinin de olumlu bir etkisi olmadığı anlaşılmıştır.

Son yıllarda, kristalleşmeyi önleyici etkisi olan ‘disodium etidronat’ isimli ilaçla uzun süreli tedavi ile hem hastaların şikayetlerinde ve hem de röntgen bulgularında gerilemeler olduğu bildirilmiştir.

Tedaviye cevap vermeyen hastalarda ise akciğer nakli denenmektedir.


ahmetrasim@stargazete.com

Bahar yorgunluğundan kurtulmanın 8 püf noktası

Bahar tüm ihtişamıyla uyanışı, arınmayı, coşkuyu, neşeyi ve sevgiyi müjdeliyor. Transformal Nefes Türkiye Temsilcisi Nevşah Fidan'ın baharın doğal yenileme enerjisinden faydalanarak bedenini, kafasını, ruhunu arındırmak isteyenler için 8 önerisi var. ÇİĞ MEYVE VE SEBZE TÜKETİN

Çiğ sebze ve meyve ağırlıklı beslenin, unlu gıdalar, et ve süt ürünlerinden siyah çay ve kahveden mümkün olduğunca uzak durun.

ARINMA SAATLERİNİ DİKKATE ALIN

Çiğ sebze ve meyveleri ağırlıklı olarak bedenimizin doğal olarak bir arınma ve temizlenme içerisinde olduğu akşam 8 ile öğlen 12 saatleri arasında yiyin. Böylelikle bedeniniz doğal olarak toksin atım prosesine girdiğinde ona destek olacak, kendini temizlemesine yardımcı olacaksınız.

BOL BOL SU İÇİN

İçtiğiniz suyun ph değerini kontrol edin, 6 ve üzerinde ph değeri olan suları tercih edin (bu da bedeninizin toksin atımına destek olacaktır.

HAREKET EDİN VE DİNLENİN

Bol bol yürüyüş yapın; ormanda, deniz kenarında yürüyün ve lütfen yürüyüş yaparken aynı zaman konuşmaya çalışmayın.. Bana göre doğada yapılan bir yürüyüş hiç durmadan konuşuyor, sohbet ediyorsak nefesimiz doğal nefesten uzaklaştığı için yararlı olacağına zararlı bile olabilir!

NEFESİNİZE DİKKAT EDİN

Bedenin kendini yenilemesi, toksin atabilmesi için açık, doğal nefes gerekli. Çoğumuz nefes alma kapasitemizin sadece yüzde 30'kunu kullanıyoruz. Bunu arttırmadığımız müddetçe ne yaparsak yapalım ihtiyacımız olan arınmayı ve yenilenmeyi sağlayamayabiliriz

KENDİNİZİ İFADE EDİN

İnsanın ister sözel ister yazarak ifade etmesi en güzel arınma metodlarından biridir. Şiir yazın, günlük yazın, hedeflerinizi, isteklerinizi yazın, resim yapın, şarkı söyleyin, konuşun. Kendinizi ifade edin!

GÜNEŞLENİN

Her gün en az 1 saat güneşte kalmaya çalışın. Bahar ayları güneşin henüz rahatsız etmediği bir sıcaklıkta olduğu için bize güneşin en faydalı olduğu dönemdir. Güneş ışığından bol bol faydalanın.

SESSİZ KALIN

Gün içerisinde en az bir saat yalnız kalın, gözlerinizi kapatın ve içinize dönün; dinlenin. Sessiz kalmak, kendi içimize dönüp iç dünyamızda dinlenmek, rahatlamak bir kişinin sağlıklı olabilmesi ve kalabilmesi için en önemli unsurlardan biri.

Ağız kokusunu gidermenin 7 yöntemi

Düşünün önemli bir görüşmesinin ortasındasınız. İşi aldığınızı düşünmeye başladınız. Görüşme sonunda kendinizden emin bir şekilde el sıkıştınız. Bir anda karşınızdakinin yüz ifadesinin değiştiğini gözlemlediniz. Sepep...

Düşünün ki önemli bir iş görüşmesinin ortasındasınız; her adımı doğru attığınızı ve işi aldığınızı düşünmeye başladınız. Görüşmenin sonunda kendinizden emin bir şekilde ayağa kalktınız el sıkıştınız ve “sizinle konuşmak bir zevkti sizden haber bekliyorum” dediniz.

Bir anda görüştüğünüz kişinin ifadesinin değiştiğini dudaklarını buruşturduğunu fark ettiniz, gülümsemesinde bir gerginlik oluştu ve sizde bir şeylerin yanlış gittiğini anladınız.

En kötüsü de bunun sizin kötü nefesiniz yüzünden olduğunu fark ettiniz. Bu bırakmak istediğiniz en son izlenimdi.

Plusdent Diş Kliniği’nden Diş Hekimi Onur Öztürk kötü ağız kokusu sorunundan dolayı birçok hastanın onları ziyaret ettiğini belirtti. Aslında birkaç küçük önlemle kolayca kurtulabilinecek bu problem yüzünden kişilerin zor durumlarda kaldıklarını, kendilerine olan güvenlerini yitirdiklerini ve konuşmaktan çekindiklerini ya da kişilerin onlarla konuşmaktan kaçındıklarını belirtiyor.

Böylece kendi içine dönen hastaların sosyal çevrelerinin kısıtlandığını ifadesine ekliyor. Diş Hekimi olan Onur Öztürk bizlere bu durumda kalmamız ya da bu durumdan kurtulmamız için ipuçları veriyor. İşte Diş Hekimi Onur Öztürk’ ten öneriler;

7 PRATİK TAVSİYE

• Eğer önemli bir görüşme ya da toplantının arifesindeyseniz baharatlı yiyeceklerden uzak durun. Yediğiniz şeyin miktarına bağlı olarak ne kadar sık dişinizi fırçalarsanız fırçalayın koku ağzınızda 24 saat kalabilir. Soğan, sarımsak, acı biber, sarımsak, salam, sucuk, pastırmadan kaçının. Aynı zamanda bazı peynirlerden (rokfor gibi) , bazı balıklardan hatta pizzanın üstündeki ançuez den bile uzak durun.

• Kahve, bira yerine su veya meyva suyu için..

• Bir şeyler yedikten sonra hemen dişlerinizi fırçalayın. Bu yediğiniz yemeklerle ilişkilendirilen kokuları uzaklaştırır. Ağız kokusunun en önemli nedeni diş plağıdır. Ağzımızda 50 trilyon kadar mikroskobik organizmanın dolaştığı tahmin ediliyor. Bunlar yemekten her bir parça alışımızla beraber dudaklarımız arasından ağzımıza girerler ve köşelerde kalırlar ve kötü koku üretirler. Sonuç olarak bu kötü kokudan kurtulmak için günde 2 defa dişlerimizi fırçalamalı ve bu plağı dışarı atmalıyız. Eğer yanınızda diş fırçanız ve macununuz yoksa en azıdan suyla ağzınızı çalkalayınız.

• Eğer 20 dakika ferah bir nefese ihtiyacınız varsa ağız gargarasıyla ağzınızı çalkalamak güzel bir fikir olabilir fakat bu Cinderella’nın balkabağı gibidir zaman geçip de yirmi dakika sona erdiğinde sihir de sona ermiş olacaktır ve siz yine ellerinizin arkasında konuşmaya başlayacaksınızdır.

• Maydanoz yemeyi ihmal etmeyin. Maydanoz sadece salatada kullandığımız yeşillik değildir aynı zamanda da bir nefes temizleyicidir. Maydanoz nefesinizi doğal olarak tazeler sadece tam olarak çiğnediğinizden emin olun. Aynı zamanda mutfağınızda bulunan bazı doğal otlar ve baharatlarda doğal nefes tazeleyicilerdir. Kötü nefesinizi hissettiğiniz anda karanfil, zencefil ve anason çiğneyebilirsiniz.

• Dişlerinizle beraber dilinizi de fırçalamayı ihmal etmeyin.

• Burnunuzdan nefes almaya çalışın. Ağızdan nefes almak kuru bir ağza neden olur ki bu kötü kokuya neden olan bakterilere zemin hazırlar.

Diş Hekimi Onur Öztürk ağız kokusuna karşı alabileceğimiz pratik öneriler de bulundu ancak ısrar eden ağız kokularında kişilerin mutlaka bir diş kliniğini ziyaret etmeleri gerektiğini belirtti. Ağız kokusu diğer ağız problemlerinin işareti olabilir. Çürümekte olan bir diş ya da diş fırçalamayla temizlenemeyen bir plakta ağız kokusuna neden olabilir.

Öztürk bu durumlarda diş hekiminin yardımıyla kalıcı ferah bir nefese sahip olabileceğimizi belirtti.



www.ekoyol.com

1 Mayıs 2008 Perşembe

Anadan doğma körlük tarihe karışıyor


İngiltere'de kalıtsal bir retina hastalığının tedavisinde çığır açabilecek gelişme kaydedildi.

Araştırmayı yürütenlerden Albert Maguire, bunun, öldürücü olmayan bir çocuk hastalığı için uygulanan ilk gen tedavisi olduğunu söyledi. geçirdiği kalıtımsal bir hastalık nedeniyle gözü çok az gören 17 yaşındaki gencin görme yeteneği, yapılan ameliyat ve uygulanan gen tedavisiyle arttırıldı.

Londra'daki Moorfields Göz Hastanesi'nde yapılan ameliyat sırasında Stephen Howard adlı hastanın sağ gözünde ölmekte olan hücrelerin canlandırılmasında gen tedavisinin kullanıldığı ve ameliyatın ardından gencin karanlık odalarda ve sokaklarda ilk kez yardımcısız yürüyebildiği bildirildi.

Howard'ın ameliyat öncesinde geceleri hiç göremediği ve zaman içinde görme yeteneğini tümüyle kaybettiği belirtildi.

Yüzde yetmişimiz ağız kanseri nedir bilmiyor

Türk halkının ağız kanserleri konusunda yeteri kadar bilgi sahibi olmadığı ve toplumun yüzde 70’inin ağızda kanser gelişebileceğini hiç bilmediği ortaya çıktı.

Gazi Üniversitesi’nin 18-19 Nisan tarihlerinde düzenlediği ağız kanserleri sempozyumu sonuç bildirgesi yayınlandı. Sonuç bildirgesine göre, Türk halkı ağız kanserleri konusunda yeteri kadar bilgiye sahip değil ve toplumun yüzde 70’i ağızda kanser gelişebileceğini hiç bilmiyor. Ayrıca bildirgede, diş hekimlerinin, ağız kanserlerinin erken teşhis edilmesinde ve erken teşhisteki rolleri konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıkları da belirtildi. Bildirgede şu görüşlere yer verildi:
“Toplumumuz ağız kanserleri konusunda bilgi sahibi değildir. Ağızda kanser gelişebileceğini hiç bilmeyenlerin oranı yüzde 70’dir. Bu konuda ısrarla ve gösterişli şekilde toplumu bilinçlendirme çalışmalarına gidilmelidir. Diş hekimlerimiz ağız kanserlerinin erken teşhis edilmesinde kendi rollerinin önemi bakımından isteklendirilmemişlerdir. Ağız kanserlerinin teşhis ve tedavisinde diş hekimliği, çene cerrahisi, kulak-burun-boğaz, plastik ve rekonstrüktif cerrahi, medikal onkoloji, radyasyon onkolojisi, psikiyatri gibi farklı disiplinlerin ortak girişimlerine gereksinim vardır. Mezuniyet sonrası sürekli eğitim anlayışı kapsamında, ağız kanserlerinin erken teşhisi için diş hekimleri eğitime alınmalı ve mesleki yönden yeni kazanımlar elde etmeleri sağlanmalıdır.”


(ANKA)

Google Arama

Özel Arama